İnsanı, inan derken imandan edenler

6
Latest posts by Aysun Saygı Köknar (see all)

Sakarya’da bir müridinin 12 yaşındaki kız çocuğunu istismar eden Fatih Nurullah lakaplı Uşşaki tarikatı lideri Eyüp Fatih Şağban’ın (58) haberi geçtiğimiz günlerde gündeme bomba gibi düştü.

Sözde şeyhin söz konusu gerekçe ile tutuklanması tarikat içerisinde şok etkisi yarattı. Olay müritlerini birbirine düşürdü. Kimileri bunun bir komplo olabileceğini savunurken, tarikata üye bazı kişiler ise sosyal medya hesaplarından görevlerinden ve dernek üyeliğinden ayrıldıklarını beyan ettiler.

Bir değil, iki değil yıllardır bu haberleri okumaktan bıktık, usandık.

Dini kullanarak var olmaya çalışan psikolojisi bozuk, bağnaz, ahlaksız, fırsatçı, cahil, cinselliğini yaşayamayıp sapkınlaşan bu insanların Müslümanlığa değil, Allah’a inandığına dahi inanmıyorum. Allah inancı ya da din şöyle dursun ahlaklı bir insan, küçücük bir çocuğun saf ve temiz duygularını sömüremez, onu cinsel obje olarak göremez. Görüyorsa mutlaka cezalandırılmalıdır.

Bu tatsız konu gündeme gelince benim de zihnimde uzun yıllar önce yaşadığım bir hadise canlandı. Düşündüğüm zaman hâlâ üzülmeme neden olan konuyu dilim döndüğünce sizlere de nakledeyim.

80’li yılların başında dünyalar güzeli annem artık çok hastaydı ve sevgili babacığım büyük bir özveriyle hem eşiyle, hem çocuklarıyla, hem de evin işleriyle ilgileniyordu. Annemin hastalığı nedeniyle artık yalnız başına mücadele etmesi gereken şu hayatta babamın tek amacı çocuklarını okutup, iş güç sahibi yapmak ve kendi kendine yetebilen, imanlı, ahlaklı iyi bir insan olarak yetiştirmekti.

Babam, çocukluğundan itibaren dini vecibelerini yerine getiren, çevresi tarafından sevilen, sayılan, güvenilen bir insandır. Başkalarının özel hayatlarına büyük saygı gösterir, kadınların karşısında düğmesini ilikleyen tanıdığım nadir erkeklerden biridir, çevresindeki kurduğu tüm ilişkilerde “mesafeli olmak” olmazsa olmazıdır.

Babamı anlatsam sayfalara sığmaz ama ben fazla uzatmadan asıl konuya gireyim.

İlkokula devam ettiğim o yıl, yaz tatili geldi çattı. Babam üç aylık tatil dönemini boş boş geçirmemem için beni mahallemizde bulunan Kur’an kursuna yazdırmak istediğini söyledi. Bu iş, sokakta tüm gün haytalık yapıp, akşam ezanına kadar oynadığım oyunlardan uzak kalmama neden olacağı için kendi kendime biraz mızırdandım ama… O dönemlerde büyükler ne derse sözlerine itiraz etmeden uymak terbiyeli olmanın gereğiydi.

Gerçi bu inanışı sonradan çok kereler kırdım ama o vakitler daha pek palazlanmadığım için uslu bir kız oldum ve babama “peki” dedim. Verdiğim karara sadece benim değil, mahalledeki çoğu çocuğun bu etkinliğe katılıyor oluşu da beni cezbetmiş olabilir. Tam hatırlamıyorum.

Yaşadığım mahalle İstanbul’un eski semtlerinden birinde laz, kürt, azeri, roman ya da bizim gibi muhacir olan insanların ikamet ettiği güzel bir mozaiğe sahipti. Yaz tatillerinde tüm bu ailelerin yaşları birbirinden farklı çocukları haftanın belirli günleri, belli saatlerde dini öğrenmek için devletin tahsis ettiği binada bir araya geliyordu. Kızlar başlarına bir tülbent geçiriyor, erkekler tek kale maçlarına ara verip ellerinde Kur’an harflerini öğrenmeye yarayan cüzleriyle soluğu Kur’an kursunda alıyordu.

Kur’an kursunda haremlik selamlık kurallar geçerliydi. Bir gün erkekler erkek hocanın, diğer bir gün kızlar kadın hocanın derslerine katılıyordu.

Kursun ilk zamanları elif, be, te, se den başlayıp, ilerliyor Arapça harfleri birbiriyle birleştirmeye çalışıyorduk. “Bismillah” deyip, en kolay dualardan en zor ve uzun olan ayetlere doğru gidiyor, imanın-İslamın şartlarını ezberlemeye çalışıyor, öğrendiklerimizi arkadaşlarımızla aramızda okuyup birbirimizi test ediyorduk.

Bize ders veren 30’lu yaşlarını süren Hoca Hanım kendi halinde sakin bir kadın profili çiziyordu. Ancak kadın hocanın hasta olup gelmediği zamanlarda dersimize giren erkek hocanın yanlışa karşı tahammülü yoktu. Duaları ya da hece hece sökülen Kur’an-ı Kerim ayetlerini yanlış okursan köşede tek ayaküstünde beklemek ya da eline cetvelle vurmak gibi bir takım cezalara çarptırılabilirdin.

Kadın, normalde sevecen ve güler yüzlü olduğu için o ana kadar sevgimi ve güvenimi kazanmış gibi görünüyordu. Ta ki o öğle arasında bana yaşattıklarına kadar…

Üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen zihnimde berraklığını bugün gibi koruyan hadise, o saatten sonra dinle ilgili olan herkese karşı imtina ile yaklaşmama neden oldu. Devam edelim.

Her zaman yaptığımız gibi o öğle arası da tüm kızlar neşe içinde yanımızda getirmiş olduğumuz sandviçlerimizi yemek için sınıftan çıkmış, taşlık avluda toplanmıştık.

Bazılarımız karşı bakkaldan yanlarında getirdikleri yemeklerine eşlik etmek için gazlı içecek almış hem sohbet ediyor hem de azıklarını yiyordu.

Hoca Hanım yanımıza gelip bir müjde verir gibi heyecan içinde, “Demir kapıyı kilitlememizi, bize bir şey söyleyeceğini.” dile getirdi.

Kapıyı kitleyip tüm kızlar kadının etrafında bir çember olduk. O ana kadar yüzünde görmediğim karanlık bir ifade ve donuk gözlerle hepimizle göz teması kurup, “Şimdi hepinizin tek tek bu yapacağımız şeyi kimseye söylemeyeceğinize yemin etmenizi istiyorum.” dedi.

Ben ve yanımda bulunan on, on beş arkadaşım dediğini yaptık. Girişte asılı duran Atatürk’ün resminin tam önünde hepimizi tek sıraya dizip en ön sıraya da kendi geçti. Ardından elindeki domatesi duvarda asılı duran içinde Atatürk’ün resminin olduğu çerçeveye doğru hızla fırlattı. Ben yaşadığım bu olay karşısında adeta donakalmış bir vaziyetteydim. Taş sofada çocuk sesleri yankılanıyor genç kadın, Atatürk’ün suratından domates suları akarken kahkahalarla gülüyordu. Gayet rahat bir biçimde ve oldukça istekli tek tek sıraya dizdiği çocukları da bunu yapmaları için itekliyordu. Sonra bir çocuğun elinden aldığı gazoz şişesini çalkalıyor ve yine benim canım, biricik, Atam’ın yüzüne fışkırtıyordu. Şişeyi bir arkadaşımın eline tutuşturup onun da aynısını yapmasını istiyordu. Atatürk’ün resminden gazozlar aşağı süzülüyor, o meydana gelen dehşetengiz duruma yerlere yatarak gülüyordu. Ben içimden kadının durup dururken böyle bir şeyi neden yaptığını sorguluyordum ama tıpkı diğer çocuklar gibi ona hiçbir ses çıkarıp, itiraz edemedim. Oysa ben ailemde Atatürk sevgisiyle büyütülüyor, ilkokul öğretmenimden ulu önderimiz hakkında övgü dolu sözler dinliyordum.

Neden, neden?

Bu olay sonrası eve gittiğimde hissettiğim suçluluk duygusu yüzünden çok üzüldüğümü hatta babama Kur’an kursuna gitmek istemediğimi söylediğimi hatırlıyorum. Ama yemin etmiştim ve bu yaşanan şeyi kimseye anlatamazdım. Çünkü çocuk aklımla eğer anlatırsam cehennemde yanacağıma inanmıştım.

Babam zora gelemediğimi ve kaytarmak istediğimi düşünüp kurstan ayrılmama izin vermedi. Akabinde bende en yakın arkadaşımla birlikte ya da yalnız başıma birçok defa kursu kırdım. Kurs saatlerinde eve yakın olan çayırlık alanda oynar ya da kurulan pazarda dolaşır tam saatinde eve dönerdim.

Buna rağmen bir kez daha bu berbat hadiseyi yaşamak zorunda kaldım. Ama bu sefer hepimizi tek sıraya sokup Atatürk’e olan içindeki nefreti bizim yolumuzla kusmaya çalışan kadının dediğini yapmadım. Sıra bana gelince o sırada yaşanan gürültü patırtıdan faydalanıp sıranın en arkasına geçiyordum. Ancak yaşadığım travma beni o kadar çok üzüyordu ki eve gidip sessizce ağladığımı hatırlıyorum. Ama yine de kimseye hiçbir şeyden bahsedemiyordum. Çünkü inancım kullanılmıştı. Yemin etmiştim ve kimseye söylemezdim.

Bu olayla kalsa bari… Kadın tam bir ruh hastasıydı ve başka bir seferde yine hepimize kimseye söylemeyeceğimize dair söz verdirip bu sefer sınıfın kapısını kilitleyip sonradan adına “zikir” dendiğini öğrendiğim ama onun “oyun” dediği şeyi yaptırdı.

Hepimizi bir çember yapıp “Allah, Allah” diyerek önce kendi başlıyor, hepimizin onu taklit etmesini istiyordu. Yedi ile on, on iki yaşlarını süren bir grup çocuktan oluşan sınıf arkadaşlarıma gözlerimizi kapamamızı ve mütemadiyen “Allah” dememizi salık veriyor, ayin sırasında bir süre sonra şak diye düşüp bayılıyordu. Ya da bayılma numarası yapıyordu, tam emin değilim.

Eve gidip en yakın arkadaşımla bu yaşadıklarımızın ne olduğu hakkında konuşurken yüzüne biraz su serpilince ayılan kadına mı, yoksa onun ardından düşüp düşüp yalandan bayılma numarasına yatan diğer çocuklara mı güleceğimizi şaşırıyorduk.

O yaz böyle travma, travma üstüne geçip gitti.

Ertesi sene babam beni yeniden kursa yazdırmak istediğini söyleyince cesaretimi toplayıp ona tüm olan biteni anlatmaya karar verdim. Bir kış boyunca konu hakkında aklıma geldikçe uzun uzun düşünmüş, bu hayatta en sevdiğim insanlardan biri olan Atatürk’le ilgili suçluluk duymama neden olan olay sonrası daha fazla yeminimi sürdüremeyeceğime kanaat getirmiştim.

Yaşadıklarımı babama bir bir anlattım. Küfür nedir bilmeyen babam olanları dinleyince bana bunları yaşatan kadına çok kızdı, kendince sövüp saydı ve bir daha da beni Kur’an kursuna göndermedi.

Kur’an kursu maceram böylece son bulmuş oldu.

Karşılaşmış olduğum bu kadın insanlara güvensizlik duymam konusunda bir tuğla da kendisi ekledi. Başıma gelen vaka, içimde kök salan Atatürk sevgisini zedelemek yerine bilakis perçinledi ve derinleştirdi.

Ne yazık ki küçücük çocukların emanet edildiği bu insan, bana daha o yaşta din adı altında yaşanabilecek saçmalıklara hazırlıklı olmam gerektiğini acı bir biçimde öğretmişti.

Anladım ki evimizde yaşanılan İslamiyet ile dış dünyadaki din kavramı çok farklıydı.

Dindarım diyen herkeste doğruluk, dürüstlük zuhur etmiyor; din, bazılarının kötü kalbini, hasta ruhunu saklayan bir zırh olarak karşımıza çıkıyordu.

Bu cennet vatanda özgürce nefes alıp vermemizin mimarı olan bir insanı bu şekilde korkakça kapalı kapılar ardında ya da aleni bir biçimde hakarete yeltenen herkesi tüm kalbimle kınıyor ve lanetliyorum.

Masmavi, aydınlık ruhumda hissettiğim en kötü anlardan birinin işlenişine neden olan; saf, temiz duygularımı dini kullanarak istismar eden bu kadını ise yüce Yaradan’a havale ediyor ve kul hakkımı asla helal etmiyorum.

Günümüzde hâlâ kendine şeyh, din alimi, hoca diyen bazı sahtekâr, şeref yoksunu ve hain kişiler İslam dışı eylem ve söylemleriyle birçok insanı mağdur edip dinden soğutmaya devam ediyor.

Çok merak ediyorum. Sizce bunun sorumlusu kim?

Aysun Saygı Köknar

(Not: Eser sahibi İtalyan ressam Bruno Amadio)

6 YORUMLAR

  1. “Çok merak ediyorum. Sizce bunun sorumlusu kim?”

    benim cevabım;

    birinci sorumlu Mustafa Kemal Atatürk.
    ikinci sorumlu kurs öğretmeni.
    üçüncü sorumlu kendiniz.
    dördüncü sorumlu babanız.
    beşinci sorumlu bu yazıyı okuyup ta travmanızı giderecek bir cevap yazamayan okurunuz olarak ben.

  2. Aysun Hanım! O Kadın zır delı değıl Hınzir; deliymiş. Aslında siz boşuna üzülmüşsünüz…
    O kadının yaptığı ve yaptırdığı o hareketler kendi hanesine sönmeyecek cehenem ateşi olarak yazılmış.
    .
    Ben kendimi bildim bileli şöyle dua ederim; Allahım! Cahillerle, Zalimlerle, hainlerle ve hırsızlarla dost edinmekten, komşu olmaktan, ve ayni ortamda bulunmaktan sana sığınırım sen koru.
    Kendim dindarım Fakat birtane dindar arkadaşım yok. Şimdiye kadar çok aradım maalesef bulamadım.

    Gönülü Kuran’I Kerim hocalığı yaptım, öğrencilerim ile arkadaş gibiydik.
    Ben hiç öğrencilerime soru sormazdım hep sorulari onlar soraradı. uyguladığım o yöntem öğrencilerimin çabuk öğrenmesine yardımcı oluyordu.

    Iki sendır bıraktım, sağ olsun bizim Müslümanların mekanlari pislikten geçilmiyor.
    Oda beni hasta ediyor. Kanadali ve Amerkali öğrencilerim ile hep görüşiyoruz. Kendi yaşıma uygun dindar arkadaşım yok fakat genç dindar arkadaşlarımın sayısı bayağı fazla onun için, çoğunun ismini dahi unutuyorum.
    Aslında Anne Adayları, kendilerini her konud eğitmeleri lazım, yoksa herşey cahil erkeklerin elinde oyuncak olmuş.
    Cahil cesareti ile Ülkede Ahlak Įnsanlık ve maneviyetle biter, hatta bitti bile.

    Ellerinize sağlık, ayrıcada başınızdan geçım o vahim olayı bizlerle paylaştığınız içinde teşekür ederiz.
    Allaha emanet olun.

  3. Kuran’a göre sorduğunuz sorunun tam bir cevabını bulamayız. Kıyamete kadar bu ve benzer sorunlar devam edecektir. Hz. Muhammed herkesi ikna edemediği için çok üzülüyormuş. Bunun üzerine bir ayet vahyolunmuş (mealen): “Sen herkesi inandıramadığın için çok üzülüyorsun. Allah’ın hidayet vermediğine sen mi hidayet vereceksin. Sen sadece bir elçisin. Tebliğ et.”
    Kısacası kötü davranışların sonucunu anlayabiliyoruz ama nedenini bilemiyoruz. Herkes kendinden sorumludur ve sadece kendi fillerinin hesabını verecektir.

    Verdiğiniz örneğe diyeceğim ise şudur: “Kurtuluş Savaşımızın başkomutanı ve Devletimizin kurucu babası Mustafa Kemal Atatürk’e düşman olanlar bizim de düşmanımızdır. Bu böyle biline”.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz