Bir ‘boğazına kadar siyaset’ kurbanı olarak Meltem Cumbul

    0

    Epeyce uzun bir süredir, ideoloji ve siyasetle haddinden fazla dolmuş, dolayısıyla kendisininkine benzemeyen ideolojik-siyasi yaklaşımlar karşısında her şeyi yakacak bir ruh kıvamına gelmiş insanlarla dolu bir ülkede yaşıyoruz.

    Siyasetin kendisinden başka her şeyi önemsizleştirdiği, hatta öldürdüğü bugünlerin benzerini “12 Eylül öncesi”nde yaşamıştık. Siyasetle bu kadar dolu olmanın, bize bizim gibi düşünmeyenlere neler yaptırabileceğini en iyi o günleri yaşayanlar bilir (şükür ki henüz o kıvama gelmedik). Ben o yılları biliyorum, ilaveten o yıllarda öyle bir tecrübe yaşadım ki, başka insanlarla kurduğum ilişkide siyasi düşünce benzerliğinin en temel belirleyici olduğu bir ruh hali içinde olmama hususunda kendi kendime söz verdim. O tecrübe sayesindedir ki, düşünceleri bana çok yakın olsa da insan olarak saygı duymadığım birinin yerine, düşünceleri bana çok uzak olsa da insan olarak saygı duyduğum birinin arkadaşlığını tercih eder hale gelebildim.

    Berbat olsun, bizden olsun…

    Serbestiyet sayfalarında başka bir vesileyle daha önce anlattığım bu tecrübe şöyle bir şeydi:

    “24 Aralık 1978’di, Kahramanmaraş’ta beş gündür devam eden olaylar kanlı bir zirveyle sona ermişti.

    O zamanlar üyesi olduğum Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin (TİKP) yayın organı günlük Aydınlık gazetesi akşam saatlerinde ikinci baskı yapmış, “Maraş’ta 500 ölü” manşetiyle çıkmıştı. O gün tahmini 100 kişilik bir grupla gazeteleri Alibeyköy’de satmak üzere yola çıktık.

    O zamanlar, 1960’tan beri yaşadığım Alibeyköy’ün merkezinde bir binanın ikinci katında çalıştırılan, çok dik merdivenlerle çıkılabilen bir kahve vardı. Ben ve dört-beş arkadaşım yukarı çıktık, masaların arasında dolaşarak, tahmin edebileceğiniz sloganların eşliğinde gazete satmaya başladık. Biraz sonra fark ettik: İçerde, bir bölümü eski mahalle arkadaşlarımız olan, fakat yıllardır selamı sabahı kestiğimiz 15-20 kişilik bir Dev-Sol grubu vardı.

    Aşağıdaki yüze yakın insanın varlığından habersiz, bizim hepi topu beş-altı kişi olduğumuzu düşünen grup bir anda çullandı üzerimize. Biz kendimizi korumaya çalışarak merdivenlerden aşağı koşmaya başladık, o arada kafamıza epeyce sandalye de yedik. Grup, bizi izleyerek aşağıya, binanın dışına kadar geldi ve orada yüz kişinin arasına düşüverdi.

    Bir kişi hariç, grubun tamamı o ilk şaşkınlık anından yararlanıp kaçtı. Kalan bir kişi öfkeden deliye dönmüş kalabalığın içinde kalıverdi. Demir çubuklar birbiri peşi sıra yerde yatan ve bütün gücünü kafasına darbe almamaya harcayan o tek kişinin üzerine inmeye başladı.

    16-17 yaşlarındaki Dev-Solcu genci korumak için kendimi boylu boyunca onun üzerine attım, bir yandan da “ne yapıyorsunuz, öldürmek mi istiyorsunuz” diye bağırıyordum. Bizimkiler, davranışıma bir anlam verememiş, şaşkınlık içinde kalmışlardı. O birkaç saniye içinde yerde yatan gencin üzerinden kalktım, kalkarken de kulağına “hemen kaç” diye fısıldadım. O da fırsatı değerlendirdi ve kaçtı.

    Gazete satışı bitti, ilçe merkezine döndük. Amaç, gazete satışı eyleminin bir değerlendirmesini yapmaktı ama kimsenin öyle bir niyeti yoktu. Herkes benim “eylemimin” eleştirisinin derdindeydi. Bir “sosyal faşist”in hak ettiği cezayı almasını engellemiş, küçük burjuva zaafı göstermiştim.

    Belki o anda değil ama zaman içinde o tecrübeden süzüp benimsediğim ders şu oldu: Benim için kıymetli insan, benim gibi düşündüklerini bildiğim ve fakat ellerindeki demir çubuklarla bir insanı öldürmeye ant içmiş o güruh değil, tersinden yaşanacak benzer bir olayda benim gibi davranacak bir Dev-Solcu olabilirdi.

    Kaplanoğlu siyasetten ibaret bir özne mi?

    Sahnede ödül vereceği bir sinemacının elini sıkmaması ve sonraki özrü kabahatinden büyük gerekçesi, Meltem Cumbul’un siyaseti kendisi gibi düşünmeyenlerden nefret etmek olarak gören ve bunu da siyasetin normali sayan bir sanatçı olduğunu gösteriyor.

    Yazık ki Meltem Cumbul, mesela kendisi hayati bir zorluk içindeyken, Semih Kaplanoğlu’nun, Cumbul’un tanıdıkları da dahil yüzlerce kişi arasından, hayatını riske sokup onun yardımına koşacak yegâne insan olma ihtimalini hesaba katmadan davranıyor…

    Her şeyin siyasetten ibaret olmadığını gösteren başka bir örnek: Mesela yanmakta olan binaya kimsenin girmeye cesaret edemediği için ölümünü bekleyen çocuğunuzu o cesareti gösterip kurtaran insan, siyaseten nefret ettiğiniz biri olamaz mı? Böyle bir tecrübeden sonra o insanla kurduğunuz yegâne ilişkinin nefret ilişkisi olarak devam etmesi mümkün müdür?

    Peki, her an yanlışlanabilecek ya da insanın zaman içinde değiştirebileceği bir siyasi inançtan çok daha önemli, çok daha temel değerlerin olduğunu hissedebilmek için ille böyle deneyler mi yaşanmalı?

    Siyaset: İkna mı yok etme mi?

    Yazının devamı için