Bu muyuz biz? Şu şehir aynasında gördüğümüz biz miyiz?

    0

    Hazır şehirlerimizin kimin tarafından ve nasıl yönetileceği üzerine bir seçime gidiyoruz, vesile edinip bir süre şehir üzerinde düşünmekte büyük fayda var.

    Şehir üzerine düşünmek insanın kendisi üzerinde düşünmesi, hatta bu düşüncede önemli bir aşama kaydetmesi demek. İnsan, tabiatı itibariyle kendisi üzerinde düşünebilen tek varlık.

    Düşünebiliyor olması, bu imkanını kullanıyor olduğu, yani düşündüğü anlamına gelmiyor tabi. Tıpkı düşünebiliyor olması her düşündüğünün isabetli, sağlıklı olduğu anlamına gelmediği gibi.

    İnsanın kendi üzerinde düşünmesi, kendini tanıması, kendinin farkında olması, aklının sınırlarını bilmesi, kişiliğinin güçlü ve zayıf yanlarını öğrenmesi, iyi duyguları kadar kötü duygularının farkına varması; mesela kibrinin, nankörlüğünün, kıskançlığının ve çekemezliğinin, bencilliğinin ve sadizminin, bir dizi kompleksinin canlandığı anları izlemesi, dolayısıyla kendini kontrol etmesi. Bütün bu farkındalığı sağlayacak bir şehirlilik mi arıyoruz?

    Aslında şehir içinde yaşayanın en canlı ve en yoğun şekilde yaşadığı bütün bu duyguların farkına varmak kendi üzerinde düşünmenin bir erdemi. İnsan salt akıldan ibaret değil tabi. İnsan salt felsefi metinlerde adını sıkça zikrettiğimiz şu büyük harfli “İnsan” da değildir.

    O resimlerde çizilen bir insan da yok aslında.

    İnsan hep ete kemiğe bürünmüş bir anne ve bir babadan doğmuş, kendi özel hikayesiyle, kendini mutlaka başkalarından ayırt eden özel yanlarıyla temayüz etmiş, bir yaşı, bir cinsiyeti, bir mesleği, bir memleketi, bir tipi, bir kendine özgü bedeni, bir dili, bir cemaati, bir akrabalıklar bağı, bir sosyal çevresi olan bir özne olarak var oluyor.

    Şehir böyle insanların toplamının oluşturduğu bir birliktelik. Bu birliktelikler de yine büyük harfli her yerde aynı özelliklere temayüz eden bir şehir ortaya çıkarmıyor. O şehirleri oluşturan küçük harfli insanların oluşturduğu, organize ettiği, renklerini, karakterlerini ve canlılıklarını verdikleri yerdir şehirler.

    Oysa daha önce yine bir vesileyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın büyük bir edebi zarafetle resmetmiş olduğu Beş Şehir’den geleceğin Türkiye’sinde bir eser kalıp kalmayacağını sormuştuk. O Beş Şehirin temsil ettiği, her birini ayrı bir gezegen farklılığında, canlılığında ve kimliğinde mütemayiz kılan o şehir ruhu, betonarme binalar, her biri birbirine benzeyen cadde, sokak, alışveriş merkezleri ve sair modern kent mekanlarıyla nasıl da klonlanmış gibi durmaya başlamıştı.

    Artık bir şehri merak etmenize, merak etmişseniz onu zahmet edip gidip gezmenize gerek yoktur Anadolu’da, birini gördüğünüzde hepsini görmüş gibi oluyorsunuz nasılsa. Hepsi birbirinin aynısı bu türden binalar ve mekanların serpiştirmeleri.

    Burası gerçekten tam da şehirlerin şehirlere ulandığı yer gibi (tabii ki, şehir değil “ölüm” dü şirdeki). Oysa şair İsmet Özel’in dediği gibi, hayat bir başka hayata karşıdır ve bu karşı olmaklığında bulur hayatiyetini.

    Buraya kadar mıdır peki? İnsanın bu dünyadaki hikayesinin sonuna mı gelmiş olacağız? Bütün insanların da birbirine ulandığı yerde insanın da sonuna gelmiş olmaz mıyız?

    Tam olarak böyle olması mümkün değil tabi, ama bu sözde modern dünyada ortaya konulmaya çalışılan şehir pratiklerinde hayat boyutunu yoksayan, bütün şehirleri birbirine benzetirken, şehrin hayatına kast eden bir yaklaşım sözkonusu

    Neticede şehirleri bu hale getiren, kendi hayatiyetinin tam aksi bir noktaya getirip donduran, canlı olan insanın kendisi. Bir tercihle olmuştur herşey ve bir başka tercihle başka bir yere doğru gelişebilir.

    Tarih boyunca bu dünyaya dair bir iddiası olan bütün medeniyetler, iddialarını, kurdukları şehirler üzerinden göstermeye çalışmışlardır. Şehirler sadece kurulan medeniyetlerin görkem şovlarının ifadesi olmamıştır. Böyle olanları da olmuştur tabii. İnsanın kibrinden, başka toplumlara, medeniyetlere hatta Tanrı’ya meydan okumaktan başka bir anlamı ve amacı olmayan şehirler de kurmuştur insanoğlu.

    Yazının devamı için