İki mahalle iki resmî tarih

    0

    Epeyce klişe haline gelmiş –ama aynı derecede de açıklama kabiliyeti yüksek– bir benzetmeyi tekrarlayacağım: Toplumsal hayatta da fizikteki “bileşik kaplar”prensibi geçerlidir. (Birbiriyle bağlantısı olan farklı kapların içlerindeki sıvı düzeyleri aynıdır. Kapların şekli ve hacmi farklı bile olsa.)

    Toplumun bir kesiminde yüksek kalite varsa öbür kesimlerde de vardır. Birinde ahlaki dejenerasyon gözleniyorsa diğerlerinde de erdemlerin baş tacı edildiği bir tablo göremezsiniz. Birinde akıl, mantık, bilimsel zihniyet egemense öbürlerinde hurafecilik, paranoya, komplo teorilerine düşkünlük öne çıkan eğilimler olmaz. Birinde olan diğerinde de vardır. Hiçbir toplumun zenginleri ahlaklı, yoksulları ahlaksız olmaz.

    Okumuşlarıyla cahilleri arasında bile temel zihniyet ve toplam kalite yönünden ciddiye alınacak derecede fark bulunmaz. Keza kentlileriyle köylüleri arasında, dindarlarıyla sekülerleri arasında veya ne bileyim Fenerbahçelileriyle Beşiktaşlıları arasında da…

    ****

    Metaforik anlamıyla sosyoloji kuralı olarak da görülmesinde beis bulunmayan sözkonusu fizik prensibi bizim toplumda tıkır tıkır işliyor. Sözgelimi “yalan söyleyen tarih” takıntısı bizim toplumdaki tek bir kesime mahsus değildir. Türk toplumunun farklı kesimlerinde –görünüşte birbirine karşıt da olsa– benzer yapıdaki inanışların genel geçerliği kendini gösterir. Dikkat ederseniz, muhafazakâr yaklaşımların baskın olduğu kesimlerde benimsenen komplocu tarih görüşünün zıddı da yine aynı şekilde komplocu bir mantıkla savunulur.

    Mesela… Türk toplumundaki genel geçer tarih anlayışının güya Sultan Hamid’in ağzından “doğrulanması” işlevini gören sahte “hatırat” bunun bir örneği. Konu “padişah ve halife” olduğu için daha ziyade muhafazakâr kesimde müşteri bulan ve Atatürkçü kesimin dikkatini çekmekte biraz gecikmiş olan bu “hatırat” aslında her iki kesimin de nabzına şerbet sunan bir metin. (Sadece gerçek değil, o kadar.)

    Nitekim yakınlarda bu sahte hatıratın Mustafa Kemal ile ilgili kısmı gündeme gelince bu tür konulara tepki verme tarzının şu veya bu kesimin değil bizim toplumumuzun ortak zihniyet yapısı(ndaki arıza)yla ilgili olduğu bir kere daha görüldü.

    Geçen gün burada çıkan bir yazıda tam da bu bağlamda “Çanakkale’de yarbay olarak görev yapan Mustafa Kemal’i zaferin baş aktörü olarak göstermek doğru değil, zaten Atatürk’ün buna ihtiyacı da yok” dedim diye “Atatürkçü kesim”in gazap oklarına hedef oldum.

    Oysa bu arkadaşlar düşünmüyorlar ki Millî Mücadelenin liderliğini ve başkomutanlığını yapmış olmak bir askere şeref olarak yeter. Yıkılıp dağılan büyük bir imparatorluğun küllerinden ulus devlet temelinde yeni bir cumhuriyetin kuruculuğu da bir siyasetçinin veya devlet adamının sahip olabileceği en yüksek başarı çıtası olsa gerek. Atatürkçüler bunun farkında değilseler “ulu önder” dedikleri kişinin hangi niteliklerine hayranlık duyuyorlar acaba?

    Atatürk’ün Türk tarihindeki önemini ve değerini kanıtlamak için “en uzağa o gitti, en çabuk da o döndü” seviyesinde övgülere gerek olmadığı gibi “Çanakkale zaferini de o kazandı” gibi tarihî gerçekleri tam olarak yansıtmayan iddialar bir noktadan sonra rahatsız edici hale geliyor. En azından benim gibi saf saf “aslında tam olarak öyle değil…” falan demeye kalkışanlar Atatürk düşmanı oluveriyorlar.

    Ama bundan daha önemli bir mesele var: Türkiye’deki seküler kesim aynı zamanda Atatürkçülük kimliğini de taşıma niyetindeyse Atatürk’ü toplumun geri kalanından sakınarak, başkasıyla paylaşmaktan imtina ederek bu ülkede milli birliğin sağlanmasına hizmet edilemeyeceğini anlamalı.

    Akıl, bilim, çağdaşlık, yurtseverlik gibi kavramları çok fazla telaffuz edenler bu konuya daha sağduyulu bir yaklaşım göstermeli. En başta şunu anlayıp kabul etmeleri lazım: Atatürk ve arkadaşlarının –toplumun bir kesiminde reaksiyon uyandıran– dinî modernleşme hamleleri içinde olumlu ve isabetli olanlarla hatalı olanları bu kadar sene sonra bile ayrıma tabi tutmamaları anlaşmazlığın çözümünü zorlaştırıyor.

    Sözgelimi hutbelerin cumhuriyetten itibaren Türkçe okunmaya başlanmasının olumlu, ezanın Türkçeleştirilmesinin ise zoraki ve yanlış olduğu konusunda bir uzlaşmaya varılması muhafazakarlardan ziyade seküler kesimin duruşunu destekleyecek bir dayanak olur. Atatürk’ün değerini de azaltmaz. Hal böyleyken bu kesimde en azından sesi çok çıkan bazı grupların Türkçe ezan gibi artık tarihe mal olmuş konulardaki ısrarları en fazla kendilerine zarar veriyor. Bunu anladıklarında muhtemelen çok geç olacak. Tıpkı geçmişte başörtüsü konusunda sergiledikleri uzlaşmaz ve bağnazca tutumun yanlışlığını iş işten geçtikten ve onca acıların müsebbibi olmanın yaftası üzerlerine kaldıktan sonra fark etmeleri gibi.

    ****

    Buna mukabil muhafazakâr kesimin bir bölümündeki Kemalizm aleyhtarlığı da ölçüsüzlükle malul. Toplumdaki kamplaşma problemini besleyen ve geçmişi bugüne taşıyan “Camileri ahır yaptılar” edebiyatının abartılı kolaycılığı yerine yaraları sarmaya yönelik makul ve toplumu kucaklayıcı bir tavır muhafazakâr camianın Türkiye vizyonuna daha fazla hizmet eder.

    Yazının devamı için