Radikalizm ve Karşı-Radikalizm fırtınasında

    0

    ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Lübnan’ın başkentine yaptığı ziyaretin ne gibi sonuçlar doğuracağı, Lübnanlı siyasetçilerin yanardöner ve ikircikli tavırlarına, Washington’un tanıdık sinsi ‘diplomasisi’ne rağmen az çok tahmin ediliyordu.

    Eski CIA Direktörü Pompeo’nun Lübnan ziyareti, ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin Ortadoğu’ya yönelik attığı birçok önemli adımın sonrasına denk geldi. Bunlardan en önemlisi elbette ki, son aylarda aldığı ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı ve son günlerde Golan Tepeleri’nin “İsrail toprağı” olduğunu ilan etmesiydi.

    Bu kararlar, özellikle Washington-Trump yönetiminin, bölgesel stratejisinin merkezinde ‘DEAŞ’ı ortadan kaldırmak ve İran’la yüzleşmek olduğunu ilan ettiği bir dönemde gerçekleşti.

    ‘Yüzleşmek’ ifadesindeki belirsizliğe rağmen, mevcut Cumhuriyetçi yönetiminin gerilimi tırmandırma politikasının, eski Barak Obama yönetiminin izlediği politikaya kıyasla önemli bir niteliksel sıçramayı içerisinde barındırdığı söylenebilir. Zira Obama yönetimi, DEAŞ’ın ortadan kaldırılması ve İran’la yüzleşmenin iki çelişkili hedef olduğuna inanıyordu. Bu nedenle, Tahran’la ‘ittifak’ yapmayı ve İran’ın bölgesel hamleler yapmasına mani olmamayı tercih etti. Zira en önemli savaşın DEAŞ tehlikesini ortadan kaldırmak olduğuna inanıyorlardı.

    Bugün Washington, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu ‘Suriye Demokratik Güçleri’ (SDG) milisleri eliyle Suriye topraklarından DEAŞ’ın ortadan kaldırılmasını kutluyor. Bilindiği üzere Obama yönetimi bu milislere Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’nun (SMDK) dahi vermediği bir desteği (askeri, coğrafi ve politik olarak) vermişti.

    Hiç şüphe yok ki bu bir başarıdır, ancak bundan sonra ne olacak? Şimdi Fırat Nehri’nin doğusunda, çoğunluğunu Arap nüfusun oluşturduğu, petrol zenginliklerine ve hayati bir coğrafi konuma sahip geniş bir Suriye toprağı var. Burası aynı zamanda İran’ın bölgesel planlarının bir parçasını oluşturmakta. Şimdilerde burası, iki gücün kontrolü altında bulunuyor:

    -İlki Milisler, daha doğrusu Kürt milisler. İddialı bölünme projelerini bir süre erteleyebilirler, ancak muhtemelen vazgeçmeyecekler.

    -İkincisi Rejim güçleridir. Tahran’a bağımlılık ile Moskova’nın himayesinde kalma gibi zor bir ikilemle karşı karşıya bulunuyorlar.

    ‘DEAŞ’ varlığı, uzun yıllar boyunca birçok veriyi darmadağın etti. Belki de bu, doğrudan ya da dolaylı olarak DEAŞ’ı destekleyen güçlerin hedeflerinden biriydi. Suriye krizinden bu yana önemli noktalarda öncelikleri değiştirmek ve manevra yapmak için bu örgüt sürekli kullanıldı.

    Obama yönetimi Tahran’la ittifakı haklı göstermek için DEAŞ’ı kullandı. Sünni siyasal İslam adına konuşan Ankara, etkili bir oyuncu olarak Suriye’ye girmek için ‘radikal unsurları kontrol etme’ bahanesini uydurdu.

    Moskova ise halkı ayaklanmış bir rejimi DEAŞ’ın tasallutundan kurtarma bahanesiyle bölgeye indi. Suriye’deki çıkarlarını korumak isteyen Tahran, Batı ülkelerine “terörle mücadelede” aynı kulvarda yürüdüğünü ve onlarla ortak hareket ettiğini göstermek için DEAŞ kartını altın bir fırsat olarak gördü. Tahran’la Beyrut arasında Bağdat üzerinden oluşturmaya çalıştığı ‘hızlı hattına’ Suriye’yi de eklemiş oldu.

    DEAŞ, bu ve bundan fazlasını ifade ediyor.

    Bu, herkes için arzu edilen bir ortamdı. Onunla savaşmayı hedeflediklerini iddia edenlerin çoğu, bu savaşı Suriye’deki ilk hedefleri olarak görmüyorlardı. DEAŞ sadece bir kılıf, bahane ve fırsattan ibaretti. Kendisine ihtiyaç kalmadığı anlaşılınca ortadan kaldırıldı.

    Bu gelişme ışığında Suriye’de bir sonraki adımın Washington tarafından dikkatlice takip edilmesi bekleniyor. Benim görüşüme göre, bu adımın önemi, Moskova ile Tahran arasındaki mesafenin artmasının, Washington ve Ankara arasındaki uzun süredir devam eden gerginliğin tırmanmasının ve Likud Partisi ile Trump politikalarının neredeyse aynı çizgiye gelmesinin konuşulduğu bir ortamda daha da artmıştır.

    Burada Lübnan kendisini bu halkanın ortasında buldu. O aslında İran siyasal ve askeri hegemonyası altına girmiş bulunuyor.

    Hizbullah’ın politikaları ve askeri maceraları nedeniyle şiddetlenen sosyo-ekonomik bir krizle karşı karşıya bulunmakta. Aynı zamanda Suriye sınırındadır, bu da sığınma, göç ve demografik değişim krizinin yükünü taşıdığı anlamına geliyor. Eskiden beri Doğu Akdeniz’in petrol paylaşım projelerini hazırlayan, demografik ve su hesapları yapan İsrail ile de sınır olduğunu unutmamak gerekir.

    Batı başkentleri, özellikle de Washington, Lübnan siyasi ekibinin geçici ve kırılgan bir reformist topluluk olduğunu biliyor. Lübnanlı siyasetçilerin politik söylemi, zaman kazanmak üzerine kuruludur. Kolay seçeneklerin olmadığı dönemlerde zorlu tercihleri ertelemekte mahirdirler.

    Dün Bakan Pompeo, Lübnan’da yaptığı görüşmelerde birçok liderin ne dediklerini dinledi. Ne duyacağını öngördüğünü ve kamuoyunda söylenenlerin gizlice söylenenlerden farklı olduğunun farkında olduğunu iddia ediyorum. Öte yandan, ferasetli Lübnanlı politikacıların, Amerikan liderliğinin kendileri hakkında ne düşündüğünün ve kendilerinden beklentilerinin neler olduğunun farkında olduklarını düşünüyorum.

    Bölgenin gelecekteki haritasında Amerikan tutumları etkili olmayacak gibi duruyor. Dolayısıyla Lübnan gibi küçük ve kırılgan bir ülkedeki herhangi bir rasyonel politikacının, tüm seçenekleri açık tutmaya dikkat etmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle ‘köprüleri atma’ politikasından kaçınmalıdır. Buna ek olarak, Lübnan ve Arap dünyasının önünde birinin diğerini tetiklediği iki durum var.

    Birincisi, İslam’ın savunması, ‘Kudüs’ü kurtarma’ ve Filistin’deki kutsal mekanları koruma adı altında –Araplara bu konuda üstünlük taslayarak- genişlemeci ve yerinden edici bir İran planı.

    İkincisi, beklenenin aksine, bedavadan İran propagandası yapan, her gün kendisine çeşitli biçimlerde ve hiçbir gereği yokken siyasi hediyeler sunan bir Amerikan yönetimi var.

    Adil ve kalıcı bir barışa yönelik rasyonel ve gerçekçi Arap yöneliminin güvenilirliğini zayıflatma gayreti en fazla Tahran’a yaramaktadır. Ne yazık ki, Washington’un İsrail Likud partisinin tüm taleplerini kabul ederek yaptığı tam olarak budur.

    İsrail’deki diğer muhalifler dahi bu duruma karşı çıkmaktadır. Bugün ABD yönetimi Netanyahu’nun tüm politikalarını itirazsız üstlenmektedir. İsrail için sahada savaşmış bazı generaller dahi bu politikaları üstlenmiyorlar.Yolsuzluğu ayyuka çıkmış, insani ve siyasi bedeli ne olursa olsun gerçeklikten kaçmayı alışkanlık haline getirmiş bu ‘demagojik devlete’ son vermek için çabalıyorlar.

    ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarının bir süredir etkili olduğu biliniyor. Ancak buna rağmen İran’la ortaklıklarını diğer ülkelere de dayatan bazı Arap ülkeleri Tahran’ın siyasi, güvenlik ve ekonomik manevralarını arttırmasına alet olmaktadır.

    Bu arada keşke Washington’daki strateji uzmanları, İran aşırılığıyla yüzleşmek için İsrail’in radikalizmine destek vermenin ne kadar güvensiz ve etkisiz bir strateji olduğunu idrak etselerdi.

    Bu yazı Suud gazetesi Şark’ul Avsat’ta yayımlandı; yazarı Siyasi analist ve tarih araştırmacısıdır