Şehir Kimdir?

    0

    Yaşadığımız dramın farkındayız. İnsanların, şehirlerin ve bütün yaşam detaylarının hızla anlam kaybına uğradığını görüyoruz. Her şey gözümüzün önünde cereyan ediyor. Her şey gözümüzün önünden kayıp gidiyor. Her şey gözümüze bir şeylerin değmemesinden ileri geliyor. Tepkisizleşiyoruz. Kudretimizi, insansızlaştırıyoruz.

    Tercihlerimiz bizi şehirlerimizden ayırıyor. Tarihimizden, kimliğimizden, kültürel dokumuzdan, değerlerimizden… Kentleşiyoruz belki kentleşmesine ancak bir yitim yaşıyoruz. Hafızamızı kaybediyoruz. Bütün belleğimizi kısa süreli olarak kodluyoruz. Yenisini yapma, yenisini ortaya koyma kolaylığına kaçıyoruz. Yeninin ayartmasına mukabele ediyoruz. Yeninin köksüzlüğüne tav oluyoruz.

    Kimse anlamadığı bir tercihin ötesini göremez.

    İnsan hep iyi ile kötü, faydalı ile zararlı arasında tercih yapmaz. Bazen iyiler arasında, bazen iyi ile faydalı arasında, bazen faydalı ile güzel arasında vesaire kalır. Zıtlıklar üzerine inşa edilen hayatta vicdanı bastırmak için hep tarafgir olunur. Radikal aymazlıklara yeltelenilir. “Kötü mü oldu?” derler. Kötü olmadı olmasına da güzel de olmadı. Şık düşmedi. Latif kaçmadı. Şahsı tatmin etse de şahsiyeti ıskaladı.

    Kentsel dönüşüm! “Kötü mü, faydasız mı?” Neden hep bu noktadan düşünmek zorundayız? Neden kente dönüştüreceğiz derken, şehri yıkmak durumundayız? Neden bir faydamız dokunacak diye, haksız kazancı meşrulaştırmak haleti ruhiyetindeyiz? Çalmadan çırpmadan da olur bu işler. Şehrimizin böylece çalınmasına, üzerimize ölü toprağı çırpılmasına kayıtsız kalmak da ne! Güzele, ihsana değinmeden tavır almak da ne! Ne münasebet!

    Hafıza kaybı yaşamış birinin yakını olmak ile olmamak arasında bir fark yoktur. Herkes sıradan, herkes figürandır. Herkes ayırt edilemeyen suretlere bürünür. Bugün şehirlerimiz de maalesef aynı hafıza kaybını yaşamaktadır. Hangisine baksak aynı, ayırt edilemez. Sıradan bloklar, sıradan sokaklar, sıradan suretler… Hatta sıradan aynı sorunlar. Sorunsalı bile değişmez meselelerin. Derdi de, dermanı da…

    Bir not düşsek şehrini, toprağını, insanını özlediklerimize. Aynılaşmanın kapital evresinde bu maraz daha da ilerler mi bilmiyorum ama özlemlerini dindirmek için AVM’lere koşan, özlemlerini pazarlayan, onları satın alan bir kâbusa mı uyanıyoruz? Renksiz, kokusuz bir hiper gerçekliğe, sanal bir samimiyetsizliğe mi yol alıyoruz? İster bir serzeniş diyelim, isterse arayış ürkütüyor insanı şehre dair bu amansız kayıplar, hissizlikler, dirençsizlikler…

    Şehir ne söyler?

    Şehir, bir insan olduğunu söyler. Şekil ve ruhaniyetiyle, anne ve babalığıyla, misafirperverlik ve kültürüyle, ahlak ve aklıyla, şefkat ve azametiyle tastamam bir insan. Önce göbekten bağlı geldik şehre. Genetiği, psikolojisi, karakteri, yediği-içtiği canımıza, kanımıza işledi. Çocukluğumuzda terbiye etti. Ergenliğimizde yol gösterdi. Gençliğimizde heyecan verdi. Aklıselime gelince sırdaş oldu. Ayrılsak da yanından baba ocağı timsali arkamızda dağ gibi kaldı, gölgesi yetti. Bazen de yoldaş, hayat arkadaşı kaldı. Sonra yine bağrına aldı, toprağının altına. İşin başladığı noktaya.

    Şehir bir insan olduğunu söyler. Huysuzluğu, merhametsizliği, gaddarlığı, barbarlığıyla tastamam bir insan. Vakti gelince oy pusulasına sattı. Arkasına dönüp bakmadı bile. Liyakate, emanete, aldırış etmedi. Gökdelence diklendi, rantça serildi. Tahammülsüzlüğü ızdırap verici idi. Yaşama, emeğe, adalete, hakka riayeti yoktu. Özgürlüğü kendince yedi, kendini de yedi bitirdi. Öyle ki “insanlıktan dahi çıktı” dedirtti.

    Yazının devamı için