Acılı bir hayat, acılı bir ölüm

0
Latest posts by İbrahim Yersiz (see all)

İnsanın hayatını anıları yönetir ve bu yönetme işinde bir akıl emaresi olsa da bu kendisini genelde o hayatı doğru yönetmek etmek üzere gösterir.

Buradaki doğruluk sizi yanıltmasın, çünkü o doğruluk kendisini bağımsız bir anlama göre değil, o anıların şartlarla olan ilişkisine göre gösterir. 

Anıların insan hayatındaki etkisi insanın istediğini elde edememesiyle ilgilidir; anıların hayatı yönlendirmesi ise o isteğin hala yaşanmak istendiğine işarettir.

İnsan -farkında veya değil- genelde böyle bir geçmişin yönlendirmesi altında yaşamaktadır, yalnızca yaşamak istediğini günün anlam değerleriyle harmanladığı için, geçmişin anılarına göre yaşadığının farkındalığını kaybetmekte, hayatını günün anlam ve amacına göre yaşadığı sanısıyla yoluna devam etmektedir. 

Bu -kısmi- bir bilinçsizlik halidir, ancak iyi bir yanı var, çünkü bu insanın geleceğini geçmişten getirdiği daha az yük ve tasayla karşılamasına imkan vermektedir. 

Fakat yine de hayat mütemadiyen o geçmiş, görünürde birer anı olan isteklerin gerçekleştirilmesi üzerine kuruludur, istese de o geçmiş acılı anıları aşamıyor ve bir şekilde onların yönlendirmesiyle kendisinde anlam bulan bir geleceği gerçekleştirmeye çalışıyor. 

“İnsanın geçmişi geleceğine ipotek koyar” derler, bu bir yere kadar doğrudur, ancak ortada bir kaçınılmazlık var, zira geçmiş olmasaydı geleceğe dair bir tahayyülde olmazdı. 

İnsan bu sebeple genelde anı yaşamaz, geçmişi yaşar, yaşamak istediği evren ise gelecektir ve bu geleceğe hiçbir şekilde sahip olamadığı için gelen her ölümü erken bir ölüm olarak almaktadır.

İşte, her gelen ölümün erken bir ölüm olarak kabul edilmesi nedeni insanın o yaşanmadığını var saydığı geçmişin anılarının bir türevidir.  

Yaşamın bir tutkuya dönüşmesi nedeni de budur.

Her tutkunun bir esaret hali yarattığını biliyoruz, ancak yaşamın kendi başına tutku olduğu görüşü doğru değildir; olaylarla ilişkilerimizde ulaştığımız anlam ve amaçlarla yaşamın bir tutku haline gelmesine biz neden oluyoruz, çünkü o tutkuyu da tutsaklığı da olaylardan biz çıkarıyoruz. 

Amaç kuşkusuz yaşanması arzu edilendir ve duygulara sebep olanda yine o yaşanması arzu edilendir.

Duyguları yöneten şey ise yine o anlam ve amaçtır.

Eskiden, duyguların düşüncenin zayıf birer yansıması olduğu söylenirdi. 

Bu kuşkusuz doğru değildir, zira düşünceyi zaten duygular inşa ediyor, çünkü amaca esas varlık gösteren şey zaten düşünceler değil, duygulardır ve bu duygular olduğu içindir ki, amacın sürdürülmesi sebebi tamamlanmaktadır.

Düşünce, duyguların olaylarla ilişkileri itibariyle sürdürülebilir olanı yakalamaya çalışmaktadır; yani bir anlamda düşünce duygunun gerçekleştirilmesi konusunda yol bulmaya çalışmaktadır; amaçta ise o duygunun bizde yarattığı sinerjiye göre hayat bulmaktadır. 

Ancak insanlar yine de duyguların bir zayıflık olduğu konusunda ısrarcıdırlar; burada kastettikleri şey eğer iradenin davranışlar üzerinde tam bir hakimiyeti ise doğrudur; ancak yine de unutulan bir şey var, çünkü amaca ruh veren duygu yoksa düşüncenin amaca esas herhangi bir istidadı var etmesi koşulu yoktur.

 Buna göre şunu diyebiliriz: insanın güçsüz olması duygulu olması hasebiyle değildir, aksine güçlü olması duygulu olması hasebiyledir, çünkü duygu sahibi olanın amacı vardır, amaç ise o doğru sinerjiyi yakalama şansı vermektedir. 

Peki, duygusuz olanın gücü nereden geliyor?

Muhtemelen hasletlerinden, ancak unutulmasın haslette bir duygudur, fark, amaçsız olduğu için başaramamış olanın duygusu olmasıdır.

Ve doğrusu haslet kötü bir duygudur, enerjisini başarısına hasredeceğine başkalarının başarısızlığına hasrettiği için kötü bir duygudur. 

Düşünce tüm bu olanlardan elbette bağımsız değildir, ancak salt düşünce fazla mekaniktir, insanı insan olarak tamamlayan şey duygularıdır; çünkü duyguların temeli duyumsamalara dayanmaktadır, isteğin oluşması, istenilen şeyin arzu edilmesi ve bir amaca hasredilmesi şartı da yine o duyguların bir ürünüdür.

Anıların duygulara hükmetmesi ve duyguların düşünceyi harekete getirmesi ise, isteklerin geçmiş tecrübelere dayanmış olması şartından gelmektedir. 

Dolayısıyla duyguların bir zayıflık olması şartı yalnızca o duyguların zamanlamada amaca esas doğru bir sinerji yaratamamasıyla ilgili bir neticedir; kaldı ki insanın zayıflık diye aldığı şeyde doğru sonucun alınmamasıyla ilgilidir; yoksa duyguların bir zayıflık olduğu savı doğru değildir, çünkü duygusu olmayanın doğrusu da olamaz ve birinin doğrusu yoksa o ne bir amaçtan söz edebilir ne de bir anlamdan. 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz