Cahil cesareti

0
Latest posts by İbrahim Yersiz (see all)

Cesareti cesaret gösterenlerin şahsında bir cahil atraksiyonu diye aşağılarız ki haklı bir yanımız var; ancak bu konuda görmediklerimiz gördüklerimizden daha fazladır, çünkü sahip olduğumuz pek çok şeye o cahil cesareti sayesinde sahibiz. Bu ‘cahil cesareti’yle sahip olduklarımızın başında o ‘cahillerin’ bilinmeyeni bizden önce denemiş olmalarıyla bize tecrübeyi armağan etmiş olmaları gelmektedir. Biz bugün sahip olduğumuz pek çok şeye o cahillerin cesareti sayesinde sahibiz. 

Tecrübe deyince hemen çöpe atmayın, çünkü bunun içinde aklımıza gelen veya gelmeyen pek çok şey var.

Örneğin biz kafanın yükünü hafifletip bedenin yükünü artırırken, kafa olarak rahatlamayı veya kafanın yükünü artırıp, bedenin yükünü hafifletirken beden olarak rahatlamayı o ‘cahillerden’ öğrenmiş bulunuyoruz. Dahası, yükü kafa-beden arasında dengeleyerek ruhen rahatlamayı da yine onların bu ikisini de ilk tecrübe etme cesaretini göstermiş olmalarından öğrenmiş bulunuyoruz. Bugün şişmiş kafanın bedeni zayıf düşürdüğünü veya şişmiş bedenin kafayı zayıf düşürdüğünü hepimiz biliyoruz. Anlayacağınız hemen hemen her şeyde ilk onlar cesaret edip hayatlarını tüketirken biz onların ürettiklerinin semeresini yiyoruz.

Minnet borcu mu?

İşte, cahil cesareti diye hakaret ederek ödüyoruz ya!

Kuşkusuz öğrendiğimiz her şey tıpkı söylediğimiz her şey gibi diğer bir şeyin türevidir; yani istisnasız her tecrübemiz diğer bir tecrübenin direkt veya dolaylı soyutlaması, o tecrübenin yeni şartlara göre uyarlanması veya bir ifadeye kavuşturulmasıdır.

Demem o ki, biz sıradan insanlar genelde hiçbir şey icat etmiyoruz, icat edilmişi referans alıyor, onu günün anlam veya amacıyla buluşturarak geçmişte bulunmuş olanın yeni bir versiyonunu meydana getirmiş oluyoruz. Sonra egomuz devrede, bizi duyan ve görene bir mucit edasıyla “bakın bu da benim eserim” diyebiliyoruz. 

Biz gerçekten bir şey icat ediyor muyuz?

Hiç sanmıyorum, gerçek mucitler o ‘cahil cesareti’yle bilinmeze atım atarken söylenmemişi söyleyen, düşünülmemişi düşünen, yapılmamışı yapan ve çoğu zaman tam da bunları yaptığı için bu uğruda hayatını harcayandır. Kaldı ki o ‘cahil cesareti’ni gösterenlerin referansları da bir bilinenden hareketle o bilinmeze adım atmaktır ve çoğu zaman onların buldukları da bir bilinmezi bilinir kılmak değil, bir bilineni daha bir bilinir hale getirmektir veya olanı daha bir mükemmelleştirmektir.

Bizim mucitliğimiz ise o bilinmeze ışık tutmaya çalışmış olanların ortaya çıkardıklarını referans alma ve ihtiyaca esas iyi bir kopya çıkarmaktan başka bir şey değildir. Yani tüm dehamız icat edilmişi güncellemek, onu yeni bir ifadeyle günün arzusuna uygun bir hale getirmektir. Sonra eğer egomuz izin verirse muhtemelen onu ondan bundan alıp derlediğimizi, yeni baştan soyutlayarak çağa uygun bir hale getirdiğimizi söyleyeceğiz, ama egomuz izin vermiyor, “bulmuşken üstüne kon, keyfini çıkar” diyor. 

Anlayacağınız mucitlikte zekâmız bir miktar iş görse de, peşinden egomuz, olaya el koyuyor, bizi onu biz bulmuşuz gibi kendimizi ağırdan satmamıza ikna ediyor. 

Sanırım ondan olsa gerek ki, biri icadımız hakkında konuşacak, bizi yerecek olsun maskemiz düşecek diye öyle bir korkuyoruz ki, aklımız b…muza karışmasa da o an sıvışmaya bir mazeret bulmak için her şeyimizi vermeye hazır oluyoruz.

Oysa icat edilmişi derleyebilmiş olmak, onu günün ihtiyacını görebilir bir hale getirmek meziyet olsa da -ki o da bir meziyettir- erdemli bir davranış değildir, zira erdem herkese hakkını teslim etmektir ki, bu da kimden, ne düzeyde yararlandığını teslim etmekle mümkün olacaktır. 

‘Cesur cahiller’i saymazsak bildiğimiz tüm o akıl kumkumaları olan ideolog ve mucitler birer hırsızdır; çünkü hiçbir ideolog birilerin fikirlerini çalmadan bir fikir dünyası inşa edemez, mucitler ise başkaların icatlarını…

Bugün kendisinden öncekilere hakkını teslim etmemiş her ideolog ve mucidin hesabı eserinin nasıl yalnızca kendi ürünü olduğunu bize yutturma ve özgün bir forma sokarak usule esas bir hale getirme üzerinedir. Siz buna hırsızlık değil de yararlanma diyebilirsiniz, kuşkusuz öyledir, ama zaten sorunumuzda yararlandığı kişilerin emeğini yok sayması, her şeyi kendi bulmuş gibi üzerine konmaya çalışmasıdır. Bir adam konusunda, şu adamların veya bu adamların eserlerinden yararlanmasaydım bende bu eseri meydana getiremezdim diyor mu? Diyorsa, hırsız değildir, ama mucitte değildir, iyi bir derleyici olarak olaya bir yerde iyi bir nokta koymayı bilmiş biridir. Kaldı ki her şeyimiz birer derleme, bizden önceki mucitlerin ortaya koydukları eserlerin bir devamıdır.

Takdir edersiniz ki evrenin bir dönüşüm noktası yoktur, varsa bile bunun kısa hayatlarımızla fazla bir ilgisi yoktur. Bizim hayat veya anlama dair koyduğumuz her nokta bizim kendimizce koyduğumuz bir noktadır ki, bu nokta esasında bir nokta değil, virgüldür, biz virgüllerin yerine nokta diyoruz, çünkü evrenin değil, bizim böylesi bir başlangıç ve sona ihtiyacımız vardır. Biz o yüzden hayatı ve olayları sayılı gün ve saatler üzerinden alıyoruz her iki-üç virgülden sonra mutlaka bir nokta koyuyoruz.   

Egomuz itiraf etmemize mani olsa da biz her icadın diğer bir icadın türevi olduğunu ve her mucidin kendisinden önceki mucitlerin denemelerinden öğrendikleriyle kendi eserini yaratığını biliyoruz. Aslında söylenmemiş söz, konuşulmamış konu yoktur; belki parçalı, belki dalgalı, belki sağanak halinde ama mutlaka konuşulmuş, söylenmiş veya yazılmıştır; biz ise onu oradan, buradan almış, derlemiş, kendi soyutlamamıza esas bir demet halinde ortaya çıkarmış ve üstüne “Made in Bendeniz” diye yazmış geçmişiz. 

Mütevazi değiliz ve doğrusu atalarımız da mütevazi değildi, zira geçmişin peşine düştüğümüzde farklı bir manzarayla karşılaşmıyoruz. Yine de arzu ederseniz atalarınıza mal ettiğiniz o veciz sözlerin peşine düşebilirsiniz. Ama size tavsiyem peşine düşmeyiniz; çünkü bulacağınız şey hırsızın hırsızdan çaldığı ve çalınmışa sahip çıkanın hırsızlığını itiraf etmek zorunda kalacağından kimsenin kendisinden çalınanın bile peşine düşmediği ‘muazzam’ bir hırsızlık manzarayla karşılaşırsınız.

Kuşkusuz nereye veya neye baş vurursak vuralım olay bizi öyle içinden çıkılmaz bir neticeye götürecektir; çünkü mantığın işleyiş sistemi belirli, bilinen ve kabul görmüş referanslara göre işlemektedir. Biz o yüzden hangi sözün veya icadın şeceresine bakarsak bakalım geçmiş bir arka bahçeyle karşılaşırız. İzin verirseniz birlikte bir sözün şeceresine bakalım: “Ben insanı yalanlarla kaybetmektense doğrularla kaybetmeyi tercih ederim” sözü. Bildiğiniz gibi bu oldukça popüler bir vecizdir. Bunu ilk kim söyledi, muhtemelen bileniniz yoktur. Şahsen bende bilmiyorum. Bu söz yakın zaman için Tuncel Kurtiz’e mal edilse de kendisi hayattayken sözün kendisine ait olmadığını söylemişti.

Nasıl söylesin?

Bu sözü farklı versiyonlarıyla neredeyse söylememiş kral, imparator, filozof ve kadim şahysiyet yoktur.

Peki, bu söz kime ait?

Bu sözü geçenlerde başka bir yazıma konu ettiğimde bir dost bunu ilk söyleyenin Bosch firmasının sahibi Robert Bosch olabileceğini söylemişti. Bildiğiniz gibi Bosch’un marka reklamında “İnsanların güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim” diye bir söz var ve altında da kendi imzası. Tabii 1942’de ölmüş birini mezarından kaldırıp bu sözün kendisine ait olmadığını söyleyebilecek durumda değiliz, ama olmadığını söyleyebiliriz. Zira o da herkes gibi bu sözü kendi zamanının anlam değerlerine uyarlamış. 

Yukarıda pek çok vesileyle ifade etmeye çalıştığımız gibi bu sözde her söz gibi şartlara esas derlenebilir bir vecizedir ve şartlar değiştikçe değişmiş, ihtiyaç gören onu kendi pozisyonuna uyarlama yoluna gitmiştir. Kaldı ki Robert Bosch’un yaptığı da bundan farklı değildir.

Filmlerden görmüş veya kitaplardan okumuşsunuzdur kral, prens veya prenseslerin “Ben halkım için taht hakkımdan vaz geçerim” dediklerini veya “Halkımı kaybetmektense tahtımı kaybetmeyi tercih ederim” diyenleri. Aşkını tahtına -az olsa da- veya baba servetine yeğleyen aşıkları da bilmeyeniniz yoktur; ya da özgürlüğünü sisteme kul olmaya yeğleyenleri. Gotama Budha’nın hayatın anlam ve amacı için oturacağı tahtı terk ettiğini hepiniz duymuşsunuzdur.

Fazla mı uzatım ne!

Kısa kesersek; demem o ki, bir şeyin bir şeye karşılık olması ve gördüğü ya da göreceği ilgiye göre birilerin onu konusuna yorması bir mucitlik değildir, o iktibastır, uyarlamadır. Kaldı ki bilimde bu şekilde ilerlemektedir, edebiyatta, felsefe ve sanatta.

Hiçbir şey yoktan var olmaz.

Birilerin farka fark katması elbette önemlidir, ancak bu yoktan var etmek değildir, var olanı değerlendirmek, içinden güne hitap edebilir bir cevher çıkarmaktan başka bir şey değildir. Herhalde kimse gaipten ses almıyor, orjinalite adına yapılmamışı veya söylenmemişi ortaya koymuyor; o da herkes gibi oradan buradan duyduklarını ve gördüklerini derliyor, ondan kendi eserini meydana getiriyor ki, zaten eser topladıkları değil, topladıklarını nasıl derlediği, kendisinden ona kattıklarıyla ortaya ne tür bir yapı çıkardığıdır. 

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz