Cumhurbaşkanı Sözcüsü Kalın: “Geleneği olmayan, gelecek inşa edemez.”

0

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Dr. İbrahim Kalın, Osmanlı Devleti’nin ilk bilim tarihçisi ve ilk ansiklopedi yazarı Taşköprülüzade Ahmet’in külliyatı ile ilgili konuların tartışıldığı “Uluslararası Taşköprülüzade Sempozyumu”nun son oturumuna katıldı.

Kalın burada önemli bir konuşma yaptı.

Konuşmanın önemi, Cumhurbaşkanı’nın en yakınında bulunanlardan birinin dünyadaki gelişmeleri nasıl okuduğunu ve özellikle kürselleşmenin temel tezi olan ‘küreselleşme tüm kimlikleri, aidiyet duygularını işlevsiz hale getirecek, bir evrensel sona doğru zaten ilerliyoruz’ görüşüne nasıl yaklaşıldığını göstermesi sebebiyle…

Dedikleri şu:

“Son 20, 30 yılda yaşananlar, bunun pek de böyle olmadığını aslında gösterdi. Tam tersine kimlik, tarih, hafıza gibi unsurlar giderek daha büyük önem kazandı. Çünkü küreselleşme bir büyük dalga gibi toplumların üzerine geldikçe, o toplumlar bir direnç noktası olarak kendi tarihlerine döndüler, kendi geleneklerine dönme ihtiyacı hissettiler. Bu kimi yerlerde mikro milliyetçilikler olarak çıktı, kimi yerde Avrupa’da gördüğümüz gibi aşırı sağcı, ırkçı, göçmen karşıtı akımların güçlenmesi olarak ortaya çıktı. Kimi yerlerde de aslında tarihin yeniden keşfi ve öğretilmesi olarak karşımıza çıktı, çıkıyor. Dolayısıyla çok dinamik bir süreçten geçiyoruz.

“Buradaki temel mesele, hala bizim genel manada İslam medeniyet mirasının, özelde de Osmanlı düşünce tarihine ilişkin birikimimizin henüz yeterince farkında olmadığımız gerçeği. Burada şunun altını ısrarla çizmek lazım: Geleneği olmayan toplumların geleceği de olmaz. Bir geleneğiniz yoksa, bir geleneğe dayanmıyorsanız, sizin bir gelecek inşa etmeniz mümkün değildir. Bu ilişkiyi kuramadığımız zaman, yani geleneği bugünden bir şeyler ekleyerek yarına taşıyamadığımız müddetçe, gelenek ölü bir yığıntıdan ibaret kalıyor. Ama bunu, yaşayan, canlı bir organizma gibi gördüğümüzde, gelenek bizi bugün de besleyen, yarına da hazırlayan bir unsur haline geliyor.”

Konuşmanın diğer önemli bölümleri de şöyle:

“Belli bir tefekkür olmadan siz devleti de siyaseti de sporu da yönetemezsiniz. Aynı şekilde ekonomiyi de yönetemezsiniz, kültürü de yönetemezsiniz.

“Özellikle bizim düşünce tarihimize baktığınızda siyasi krizlerin en yoğun olduğu dönemler, aslında düşünce üretiminin de en yoğun olduğu dönemler olmuş. Mesela, 11, 12, 13. yüzyılları düşünün; İslam siyasi ve düşünce tarihinde, siyasi çalkantıların çok yoğun yaşandığı yüzyıllardır bunlar. Bir tarafta bir devletleşme, çok uluslu, milletli yeni siyasal yapıların ortaya çıktığı, bir yanda bu tecrübe yaşanıyor. Ama öbür tarafta da dışarıdan gelen iki tane çok büyük dalga var. Batı’dan gelen Haçlı seferleri dalgası var.

“Kudüs 1,5 asır kadar Haçlıların yönetimi altında kalıyor. Etrafında da birçok Latin krallıkları denilen küçük küçük devletçikler kuruluyor. Ancak Selahaddin Eyyubi’den sonra o yapılar tasfiye ediliyor ve tekrar o bölge Kudüs merkezde olmak üzere İslam coğrafyasının bir parçası haline geliyor.

“Haçlı seferleri yaklaşık 2,5 asır sürüyor, ama tam ‘Haçlı seferleri bitti’ denildiği dönemde, bu sefer Doğu’dan bir başka dalga geliyor ve Moğol istilası gelip İslam dünyasını âdeta hallaç pamuğu gibi atıyor. En son 1258’de Abbasi Devletini yıkıyorlar, Bağdat’ı ele geçiriyorlar.

“Bizim tarihçilerin anlattığı kadarıyla Bağdat’ta Dicle ve Fırat günlerce kırmızı ve siyah akıyor. Yani bir tarafta insan kanı, öbür tarafta kitap mürekkebi akıyor.

“Tam bir yıkım, vandalizim, yok etme ama buna rağmen maya o kadar sağlam ki düşünce ve ruh dünyası o kadar sağlam ki, 30, 40 yıl sonra İslam dünyasına baktığınızda, sanki ne Haçlılar olmuş, ne Moğollar olmuş gibi… Düşünce tekrar her yerde filizlenmiş, siyasi düzen tekrar kurulmuş, ekonomik zenginlik tekrar paylaşılır hale gelmiş.

“Bu dediğim döneme baktığımızda, bunlar aynı zamanda bizim düşünce tarihimizin en verimli dönemleridir. Aklınıza gelebilecek birçok düşünür, filozof, bilim adamı, coğrafyacı, seyyah, yine bu dönemde yetişmiş, bu dönemde eserlerini vermiştir.

“Bugün de yaşadığımız sert siyasi meseleleri esas alarak, felsefi, entelektüel, kültürel konuları ötelemek, aslında bizim tarihimizle de çelişen bir şey. Tekraren söylüyorum, bu siyasi, ekonomik sorunları, toplumsal meseleleri aşmak için de bizim mutlaka yoğunluklu, derinlikli bir kültürel çalışmaya, faaliyete ihtiyacımız var.”

“Osmanlı düşünce tarihinin henüz doğru dürüst bir envanterini ortaya bile çıkartmış değiliz. Yani neye sahip olduğumuzun henüz farkında bile değiliz. Aslında onu bir keşfetsek, bütün boyutlarıyla, derinliğiyle ortaya çıkarsak bizim tabii ki tarih algımız da değişecek. İslam düşünce tarihçilerinin, uzmanlarının en çok üzerinde uğraştığı bu dönemlendirme meselesi de belki yepyeni bir anlam kazanacak.

“Biz bugün hala üç aşağı, beş yukarı Avrupa-merkezci tarih tasavvurunun ortaya çıkardığı tarihlendirme kalıplarını esas alıyoruz. Bu bizim tarihimizi asla izah etmez. Çin tarihini asla izah etmez. Çin tarihi tırnak içinde nerede Orta Çağ’da? Neye göre kadimdi? Batı’nın kadim dediği Çin’in standartlarında çok modern bir şey oluyor aslında. Yani biz kendi düşünce dünyamıza, tarihimize de bu Avrupa merkezci perspektiften baktığımız müddetçe de aslında büyük çelişkiler yaşıyoruz.

“İbn-i Sina bir Orta Çağ filozofu mudur? İbn-i Rüşd, Batılı bir düşünür müdür? Bu kategoriler izah etmiyor bizim kendi düşünce tarihimizi. Bizim yeni bir dönemlendirmeye, isimlendirmelere ihtiyacımız var. Çünkü bir şeyi siz nasıl tanımlarsanız, o sizi tanımlar hale gelir. Kavramlarınızı başkalarından alıyorsanız, kendi gerçekliğinizi başkalarının kavramları üzerine ifade ediyorsanız o sizin gerçekliğiniz değildir artık. Aslında kavramı ortaya koyan, gerçekliğe de sahip olur. Biz maalesef bu kavramsallaştırma konusunda belki öz güven, belki birikim eksikliği ama yetersiz bir zeminde hareket ediyoruz. Bunda herhalde bizim son 100-150 yıldır yaşadığımız düşünce savrukluğunun ya da çarpık modernleşme tarihimizin de önemli bir rolü var ama kendi kavramlarımızla artık düşünebilmemiz gerekiyor. O manada da hem İslam hem Osmanlı düşünce tarihlerine yeni bir perspektifle bakmak gerekiyor.

“Türkiye Suriye ve Irak mültecileri konusunda dünyaya bir ayna tutuyor, dünyanın mazlumlarına sahip çıkma konusunda dünyaya bir ayna tutuyor. Tabii Batılılar o aynada gördükleri şeyden çok rahatsız oluyorlar. Kendilerini düzeltmek yerine aynayı gösterene saldırıyorlar. Çünkü aynadan rahatsızlar, aynada görünen fotoğraf, iyi bir fotoğraf ya da görüntü değil

“Eğer bizim heybemiz doluysa, dünyaya söyleyecek sözümüz varsa, biz o zaman çıkarız pazar meydanına ve orada felsefeden sanata, kültürden diplomasiye, uluslararası ilişkilerden ekonomiye her alanda söyleyecek bir sözümüzün olduğunu da ispat ederiz. Buna her zamankinden fazla ihtiyaç var.”

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz