Geçmişe özlem

2

A-politik bir insan değilim, hiç olmadım. Siyasi ve ideolojik kimliğim askeri okul sıralarında oluşmaya başladı. Aileden de gelen bir etki ile Türkiye’nin “iyiliği – bağımsızlığı – güzelliği ve bekası” için -kendimce- en uygun siyasi oluşumu pasif olarak destekledim. Vatandaşlık görevim olan (hatta başka da görevimiz olmayan) oyumu verdim. Takip ettim. 

Ülkede “kutuplaşma” bu kadar acı bir durumdayken bir mermi de ben sıkmak istemiyorum. Ama… Ama diyeceklerim var. 90’ları da görmüş, siyasi olarak farkında olmasam bile neyin ne olduğunu yaşamış biri olarak “kıyas” denilen şeyi ben de yapıyorum ve bir çok sorunla yüz yüze geliyorum.

Kronolojik olarak başlayayım…

Turgut Özal, cumhurbaşkanı olduğunda babama sormuştum: “Peki baba Turgut Özal Anavatan Partisinin başkanı değil mi? Nasıl oldu?” Şöyle bir cevap vermişti; “Hayır. O görevinden istifa etti. Artık hepimizin cumhurbaşkanı… Hepimizin hakkını eşit ölçüde savunacak – koruyacak ve yaklaşacaktır.” Cevap yeterli oldu. TV’den gördüğüm kadarıyla Özal da babamı yalancı çıkarmadı adaletli yaklaşım konusunda.

Fakat bugün durum ne yazık ki böyle değil. Ülkemizin ve Cumhuriyetimizin başı olan Cumhurbaşkanı aynı zamanda AK Parti’nin de lideri ve bu yüzden herkese eşit ölçüde yaklaşıp – savunup – haklarımızı korumuyor. Hatta hedef bile gösteriyor. Hedef gösterdiğinin durumu ise ortada…

Buna ne sebep oldu? Ne oldu da böyle olduk? Ton Ton Turgut Amca”dan hiç korkmazdık biz… Şimdi, bugün, burada yazacaklarımı bile kağıda döktüğümde bir kaç kere üzerinden geçiyorum; “Aman ha!” diyorum “Sakın bir yanlış yapma!” Çünkü basit, Korkuyorum! Başıma bir iş gelmesinden daha çok şu an bu yazıyı okuduğunuz platforma bir şey olmasından korkuyorum. Ve şöyle umud ediyorum; “Hiç kimse fikirleri, düşünceleri ve kullandığı kelimeler yüzünden korkmamalı… Kükreyerek yazabilmeli… Hakaret – küfür – karalayıcı ve yalan dışında -muhatap alınsın yada alınmasın- yazdıklarından dolayı başına türlü çoraplar örülmemeli…” Ama geldiğine çok şahit olduğumuz için, korkuyorum…

Yine 90’larda haber bülteni öncesi Özal’ın, Demirel’in, Erdal İnönü’nün kukla şovları olurdu. Mizahi olarak günün gelişmeleri o kukla şovlar ile bir şekilde alaya alınarak izleyicilerin beğenisine sunulurdu. Levent Kırca o üstün makyaj tekniği ile kâh Bülent Ecevit’i kâh Mesut Yılmaz’ı yerden yere vururdu. Mizahından şaşmadan. Hepimiz çok gülerdik. Eğlenirdik. Hatta Erdal isimli bir sınıf arkadaşımıza, kukla şovlarında Süleyman Demirel’in kendine özgü şivesiyle “Erdal” demesini taklit ederek seslenirdik.

Bugün durum ne yazık ki farklı. Mizah değil ufacık bir ima yapsanız Cumhurbaşkanımız tarafından “Git o zaman bedelini öde!” diyerek işaret edilebiliyorsunuz. Binlerce lira tazminat tehdidi altına düşmeden mizah yapılamıyor. Ceza alınabiliyor, hatta cezaevine düşülebiliyor.

Buna ne sebep oldu? Ne oldu da böyle olduk? Her siyasinin kukla şovuyla, taklitleriyle gülüp eğlenilirken hangi tahammülsüzlük bunu elimizden aldı? Süleyman Demirel’e Levent Kırca’nın şovları sorulduğunda “Valla Nazmiye Hanım da ben de çok gülerek izliyoruz” diye mizahi hoşgörünün “büyük bir erdem” olduğu bizlere gösterilirken şimdi ne oldu da bunlar suç oldu? Mizaha tahammülsüzlüğün bir adı olmalı.

Umuyorum ki; siyasi liderlerin ayrım yapmaksızın mizaha – şakaya hoşgörülü bir şekilde yaklaştığını göreceğimiz günler çok uzak değildir… 

Yine çocukluğumda seçim öncesinde tüm siyasi parti liderleri, parti başkanı seviyesinde TV’de açık oturuma davet edilir ve herbiri orada fikirlerini, projelerini, beyanlarını ve taahhütlerini söyler, hepimiz pür dikkat onları dinlerdik. Sabaha kadar süren tartışmalar olurdu. Sayın Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan, İnönü hatta zaman zaman Doğu Perinçek bile olurdu.

Söylenenlerin çoğunu anlamazdım çocukluk dimağımla, ama böyle programlara çok şahit oldum. Orada birbirlerini haklı / haksız çıkartmak için bir söz düellosu yapılırdı. Yüz yüze, gözlerinin içine baka baka ithamlarda bulunulur, iddialar masa üstüne dökülür ve cevap istenirdi. Ne kadar da demokratik…  Ve bunu herkes izler, herkes kendi iç muhasebesinde “haklıyı – haksızı” ayırt edebilirdi.

Bugün ne yazık ki bu da olmuyor. Her siyasi partinin lideri kendi yandaşı TV kanalına tek başına çıkıyor ve kendi seçtiği gazetecilerin sorularına (muhtemelen hangi soruların sorulacağını da bilerek) cevap veriyor.

Duayen bir gazeteci şöyle soruyor: “Bu kadar ağır tempoda, bu kadar yoğun çalışırken, lütfen Allah aşkına söyler misiniz, nasıl ayakta kalabiliyorsunuz?” Bu soruya şöyle bir cevap geliyor: “Ben her sabah bal – kaymak yerim…”

O siyasi lidere muhalif gazeteciler karşısında otursa, tamam derim bir nebze… Ama bir siyasi partinin bayrağını sallayan gazetecilerle “Seçim Öncesi” programı yapılsa ne olur ki? Zaten senin seçmeninden başka o kanalı izleyen yok? Demokrasi? Hür irade? Serbest seçim hakkı? İç muhasebe? Haklı / Haksız? Bunları boş ver…

Buna ne sebep oldu? Ne oldu da böyle olduk?

Yine duayen bir gazeteci soruyor: “Atatürk ilke ve inkilaplarının bu kadar ters yüz edilmesi sizi ne kadar rahatsız ediyor?” Soruya muhatap olan siyasi lider diyor ki: “Onlarla sandıkta görüşeceğiz!” Yahu! Soru o değil ki… Bu nasıl bir cevap? Ben diyorum, “Hava koşullarının bu kadar ağır olmasına Balkanlardan gelen basınç sebep olabilir mi?” Sen buna cevap olarak “Kutup ayıları kutuplarda çok yalnız…” diyorsun.

Karşınıza karşı fikirden gazetecileri çıkarın o zaman görelim… Madem “sandıkta görüşeceği ilgili parti temsilcisini” çıkartamıyorsunuz bari onu görelim…

Umut ediyorum ki, siyasi liderler birbirlerine açtıkları tazminat davalarında değil tüm halkın izlediği ortak bir kanalda, ortak bir programda birbirlerinin gözlerinin içine baka baka, dürüstçe, adam gibi “Seçim Özel” programlarında fikirlerini yarıştırırlar…

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı defalarca “canlı yayın”a davet ettiğine ben bir kaç kez şahit olmama rağmen, buna olumlu cevap verildiğini ne yazık ki göremedim. 

Her iki dedemin siyasi görüş olarak birbirlerine taban tabana zıt olduğunu çocukluğumda bilirdim. Nasıl bilirdim? İdeolojik olarak yetersiz bir çocuk olmama rağmen birbirleriyle tavla oynarlarken, “Yahu dünür, ne olacak bu sizin partinin hali?” biri diğerine takılırdı. Cevap “Onu Demirel’e soracaksın” diye gelirdi. Güle oynaya tavla oynarlar, diğer yandan da kendi dilleri döndüğü kadar birbirlerini eleştirirler, alaya alırlar, hatta şakayla karışık kızdırırlar, sonrasında da kocaman bir kahkaha atarlardı.

Ve bu karşılıklı olurdu.

Bir dedem hayatını 19 yıl önce kaybetti. Diğer dedem hala sağ… Allah uzun ömürler versin. Ama bugün o sağ olan dedimin siyasi görüşlerini ben, biz, dayılarım eleştirdiği zaman, “Kapatın bu konuyu! Siyaset konuşmayın yanımda! Yemin ederim, bir daha sizinle asla konuşmam!” diyerek kırmızı çizgilerini çekiyor önümüze…

Yahu, ben şahidim, Dedem Mehmet Yıldız’la nasıl siyaset konusunda şakalaştığınıza…  Ne değişti, buna ne sebep oldu? Ne oldu da böyle olduk? Bu tahammülsüzlük nereden çıktı? Kim gelip ekti aramıza bu “ayrık otu” tohumlarını? Ne zaman nefret eder olduk kendi fikrimize uymuyor diye kendi torunlarımızdan? Bu ne kin? Bu ne öfke? Şurada düşsem ve başıma bir şey gelse; “Zaten o XXX’li bir adamdı, bana ne?” deme noktasına hangi ayraçlar getirdi bizi? Hangi uyduruk siyasi görüştür ki; bir dayı ile yeğen arasına gelip yuva kurdu? Ne oldu? Birbirimizle şakalaşırken, bunu hangi hınzır hırsız çalıp götürdü ve bize unutturdu bu kabahatini? Hangi üçüncü sınıf ideolojik sebep, benim biricik büyük annemin yüzünü düşürdü, onun desteklediği partiyi eleştiriyorum diye? Öyle arzu ediyorum ki, siyasi fikirlerin aile içinde, toplum içinde, üç kişinin bir arada olduğu bir yerde ayırıcı – tanımlayıcı ve etiketleyici bir parametre olmasından çıktığı günleri görmeyi… Ve bu fikirlerinden dolayı kimseye kızılmadığını, ötekileştirilmediğini… 

Bir çok kuzenim var  ailem kalabalık olduğu için… Ve hepsini ayrı ayrı severim. Ama içlerinden bir tanesi ile kötü bir anım var. Yıllar önce uzun bir süreden sonra onu ilk kez burka (kara çarşaf, peçesiz komple siyah tesettür) içinde gördüm kendisini. Şaşırdım mı? Hayır… Bana ne? Kendi öz inancı – fikri – zihni… Beni ilgilendirmez. Sonuç olarak o benim benden 14 yaş küçük kuzenimdir. Ve doğduğu zamanı hatırlar, ilk kucağıma aldığımı çok net bilir ve onunla oyunlar oynadığım, onu eğlendirdiğim küçük kuzenimdir.

Doğal olarak bu özlem ve hasret ile kendisine sarıldım. Kucakladım. Oturduk, konuşurken bu giyim tarzını başlarda okuduğu okulda arkadaşları tarafından dışlanmamak için tercih ettiğini sonrasında bu fikre ve inanca bağlandığını söyledi. Ve şunu da ekledi; “Serkan Abi, aslında senin bana sarılman bile uygun değildir.” “Hadi ordan!” dedim. Çok rahatlıkla dedim. İçimden geldiği gibi. “Sen benim kuzenimsin! Sen benim kanımsın! Sana okulda – yurtta ne diyorlar, ne tavsiye ediyorlar umurumda bile değil! Seni yıllardır görmemişim ve ilk gördüğümde seni o okulda görsem bile yine sarılırdım. Kimse bu konuda bana engel olamaz!” dedim, evet dedim ama sonra pişman oldum.

Buna ne sebep oldu? Ne oldu da böyle olduk? Hangi “feodal” zihin kuzen ile arama böyle bir engel koydu ve onun kendi abisiyle bile sarılmasının doğru olmadığını iddia etti! Oysa eskiden böyle miydik? Diğer, yaşça bana yakın kuzenlerimle hiç sorgusuz sualsiz kucaklaşırdık. Kaldı ki benim sevdiğim, kanımdan olan birine sarılmama hangi din – gelenek – görenek mani olabilir? Buna mani olan din midir? Anane midir?

Değildir… Bu toplumu ayrıştıran – ayıran – ötekileştirip, kutuplaştıran ve bakışlara ima ile mana yükleyen bir ideolojinin tohumlarıdır. Başka bir şey değildir. Arkadaşları tarafından dışlanmamak için kendi tercihi dışında (ki baskı olduğuna da eminim) amaçsız alışkanlıklar kazandırılmış bir insanın sonrasında o alışkanlıkları benimsemesi ile etrafına duvar örmesidir bu…

Umut ediyorum ki, hiç bir mahalli yada idari baskı olmadan insanların kendi inanç ve o inancı yaşama hürriyetlerini şekillendirip, diğer insanları -iteklemedikleri- günleri görürüz…

Demem o ki, Efendiler; bir çoğunuz gibi ben de geçmiş günlere “özlemle” bakıp o günleri yad ediyorum. En azından demokratik, özgür, anlayışın ve hoşgörünün olduğu, mizahın tazminat konusu değil de gerçekten gülünüp geçilecek bir konu olduğunu ve olması gerektiğini umuyorum.

Olur mu, olmaz mı… İşte bu noktada çok emin olamıyorum…

2 YORUMLAR

  1. Şimdiye kadar bir çok yazınızın sonunda ‘umud ediyorumki olacaktır,insanlık başaracaktır’ diye okuduk. Ama bu durumun düzelmesine bu sefer sizinde umudunuz kalmamış sanırım? Haklısınız.Düzelmez.

  2. Sayın yazar! Sizi ilk kez okudum ve okurken bir an sankı bu yaziyi siz değilde ben yazmişimda kendi yazimi okuyorum zannetim.
    Maalesef bizde Dini kullanarak insanları köleleştiriyorlar ve eğitim adi altindada Diktatörlüğü meşhurlaştiriyorlar bular değil kuzen kardeşle bacınin dahi kucaklaşmasini yasakliyorlar.
    Bir ülkede insana insan olduğu için değilde onun makamına okuduğu okula ve zenginliğine hürmet ediliyorsa, bu yaşananlar az bile.
    Bir ülke düşünün ki, hemen hemen her alanda diktatörlüğe namzet adaylarin olduğu ve bunlarda kendilerine yeterince biat edecek okumuş cahillerin varligini bildikleri için rahatlar ve başarılilar.

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz