Çağdaş dünyada çağdaş okuma

    0

    Çağdaş dünyanın başladığı yer neresi?

    Modern dünya ne zaman sona erdi?

    Bu 2 soru tarihçilerin araştırmaya başlamadan önce sordukları sorulardır. Genel olarak bu konuda tereddütlü ve herhangi bir olayın üzerinden çeyrek yüzyıl geçmeden önce tartışılıp tartışılamayacağı ile ilgili kararsızdırlar.

    Birçokları da olayların üzerinden yarım yüzyılın geçmesinin araştırma için güvenilir belgeler sağlayacağını savunuyor.

    Yazarlara gelince onlar bekleyemezler. Ayakları üzerinde yürüyen, görsel-işitsel araçlar tarafından kaydedilen, her türlü kayıt araçları ile sırları nakledilen tarihin ön sırada oturan izleyicileri olarak mevcut görevleri olanları kaydetmektir.

    Sanırım kelimenin tam anlamıyla şimdiki anı bütün pervasızlığı ve trajikliği ile kaydedip yayınlayan sosyal medya araçlarının bulunduğu bu yüzyıl gibi bir yüzyıl yoktur.

    Yukarıda sorulan sorulara yanıt bulma çabası ile bu yazı, çağdaş dünyanın belki de 2011 yılında başladığını düşünmektedir.

    Bunun nedeni bu yılın, yalnızca birçok Arap ülkesinde yaşanan depremlerden dolayı “Arap Sonbaharı”nın yapraklarının düştüğü yıl olması değil aynı zamanda dünyada yeni bir tarihi dönemin doğuşunun işaretlerinin görülmeye başladığı yıl olmasıdır. Yeniden başlayan bu dünyanın başlangıcı, Soğuk Savaş’ın sona erdiği, dünyanın “küreselleşeme” adı verilen bir döneme girdiği, Batılı demokratik ve liberal sistemin galip geldiği, tek kutbun yani ABD’nin hegemonyasının başladığı 1989 yılıdır. Bu, tarihin tanık olduğu en kısa tarihi dönem olabilir.

    Hatta tarihçiler ona ulaştıklarında muhtemelen kendisini tam anlamıyla “tarihi bir dönem” olarak kabul edip etmemek konusunda anlaşmazlığa düşecekler. 2001 yılında başlayan üçüncü binyılda akla gelebilecek en garip olay yaşandı.

    Bu olay; New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne uçaklarla düzenlenen saldırıydı. Bunu ABD’nin bir dizi tepkisi takip etti. İlk olarak Afganistan ardından 2003 yılında Irak işgal edildi.

    Bu savaşların kaderini, Washington’un bunlardan kurtulma konusunda ne gibi ikilemler ile karşı karşıya kaldığını, geri çekildiğinde arkasında nasıl da öncekinden daha kötü bir durum bıraktığını biliyoruz.

    Ancak hala bizleri 2011 yılına ulaştıracak yolun başındayız. Ondan önce temel bir istasyonda yani 2008 yılında duracağız.

    Bu yıl, büyük bir tarihi değeri olan 2 olaya şahitlik etti. Birincisi; 1929 yılındaki Büyük Buhran’dan bu yana ekonomi tarihinde yaşanan en kötü küresel ekonomik ve finansal krizdi.

    İkincisi; ABD tarihinde ilk Afrika kökenli başkan olan Barak Obama’nın seçilmesiydi. Birinci olay; küreselleşmenin bir bedeli ya da antitezi olmayan küresel bir erdem olmadığını bilakis terör ve eknomik krizlerin küreselleşmesine neden olduğunu ortaya çıkardı.

    İkincisi; dünyadaki liberalizm dalgalarının sonuncusuydu.

    Bu dalga, değiştiğini ve ırkçılık ile kölelik hastalığından kurtulduğunu göstermek için ABD’yi, Barack Obama’yı seçmeye itmişti. Obama’nın ikinci dönem başkanlık için çabaladığı yılda ise yüksek dalgaların bir araya gelmesi gibi bu 2 dalga bir araya geldi.

    Obama, seçimleri kazanmasına kazandı ama istediği yasaları ancak başkanlık kararnameleri ile hayata geçirebildi.

    Bu da kendinden sonra başkanlık koltuğuna otruan ve çelişkilerle dolu Başkan Donald Trump’ın yine başkanlık kararnameleri ile bu yasaları iptal etmesinin yolunu açtı.

    Nitekim Trump, başkanlık kampanyasına ciddi bir şekilde hazırlanmaya bu yıl başladı. Elbette tek başlayan Trump değildi. İngiltere’de de AB karşıtı kampanyanın ilk tohumları bu yılda atılmıştı. Bunlara ek olarak; “beyaz ırkçılık” Avrupa, ABD, Batı ve dünyada sağcıların yükselişini desteklemeye bu yılda başladı.

    20. yüzyılın ilk 10 yılının ortasında sağcı aşırılık yanlısı gruplar yeni fikirlerle iktidarın zirvesine ulaşmışlardı. İkinci 10 yılı sona ermeden ise “otoriterizm” dünyanın batısındaki Brezilya ile doğusundaki Hindistan’a ulaşmıştı.

    Nitekim ABD’li Freedom House (Özgürlük Evi) kuruluşu da bu yılki raporunda;”Dünyanın demokratik küçülmenin 13’üncü yılında” ifadesine yer verdi. Burundi’den Macaristan’a, Tayland’tan Venezuela’ya her yerde demokrasiler çöktü. Asıl rahatsız edici olan; demokratik kurumların istikrarlı ve güvenli göründükleri ülkelerde bile şaşırtıcı bir şekilde gevşek olduklarının kanıtlanmansıdır.

    2011 yılında Arap bölgesinde yaşananlar ile bunların sonraki yıllarda yaşanan gelişmeler üzerindeki etkileri; bir dizi iç savaşa, modern tarihte ilk kez –daha sonra yıkılan- bir “Hilafet devleti” kurmayı başaran terörün gelişip yükselmesine, büyük göçmen ve mülteci dalgalarına yol açtı. Ancak bu dalgalar dünyadaki tek göç dalgaları değillerdi. Onlardan önce ve sonra Afrika, Güney Amerika’da  benzer dalgalar başlamıştı . Asya’da ise bu dalgalar, Vietnam savaşı, Kamboçya ve Laos, sonrasında Burma’daki kapsamlı savaşlar kadar eskiydi.

    Küresel nitelikteki bu demografik dalgalar, yalnızca sermaye, teknoloji ve farklı değerler değil işçilik ve istihdam açısından da birleşik bir dünya olarak görünen şeyden çok yararlandı. AB; Doğu Avrupa ülkelerinin de katılımı ile Batı Avrupa ülkelerinin oluşturduğu temel bir topluluktan bütün Avrupa’yı kapsayan bir topluluğa dönüştü. Özel bir vizesi ve ortak para birimi olduğunda nüfus hareketleri bu ortak “pazardan” yararlanmak için hemen harekete geçti.

    Bu da birliği oluşturan ve daha gelişmiş olan ülkelerde iş ve istihdam üzerinde büyük bir baskı doğurdu. Küreselleşme dünyayı birbirine yaklaştırıyordu ama aynı zamanda daha kalabalık hale getiriyordu. Kurumlar ve yerleşmiş gelenekler değil de bireyler ile doğrudan iletişim aracılığıyla faaliyet gösterme eğiliminde olan siyasi hareketleri  olan aşırı sağcı yeni bir dalganın yükselmesine yol açan da  işte bu kalabalıklaşmadır. Kısacası “popülerizm” her şeye hakim oldu.

    Bu dönemde; Rusya’da Putin, Çin’de Şi, Hindistan’da Modi, ABD’de Trump, İngiltere’de son olarak Johnson, Brezilya’da Bolsonaro, Filipinler’de Duterte, Türkiye’de Erdoğan, Macaristan’da Orban, Polonya’da Duda ve Venezuela’da Maduro gibi birçok lider doğdu. Dünya tepetaklak oldu ve egemen kavramlar olan demokrasi ve liberalizm yerini otoriterizm, merkeziyetçilik, diktatörlük, otokrasi ve popülerizm aldı. Daha da ilginç olanı ise bu liderlerin tamamının demokratik seçimler ile iktidara gelmiş olmalarıdır. Ancak ülkeleri ve dünyaya bakışları, dünyada var olan küresel bakıştan farklıdır.

    Bu çağda  “vatansever” ile “milliyetçi” hatta çoğu zaman ırkçı ve etnik bakış açısı egemen oldu. Ulusların kitabında “kimlik” en önemli bölüm haline geldi. Fukuyama ve Ferid Zekariya gibi yazar ve filozoflar bu konuda kitaplar yazmakta yarıştılar.

    Çok geçmeden bireylere çalışma ve siyasal kararlara ortak olma yetkisi sağlayacağına güvenilen teknolojik gelişmeler ve yeni sanayi devrimlerinin de aslında bu güçlü adamlara öncekilerden farklı “çağdaş” bir dönemde dünyayı yönetmeleri için muazzam bir potansiyel sağlayan çok büyük bir güç oldukları ortaya çıktı.

    Bu çağdaş dönem ne zamana kadar sürecek?

    Uzun ömürlü mü olacak yoksa kendinden önceki “çağdaş” dönemden daha kısa ömürlü mü olacak?

    Bunlar şu anda hakkında bir yargıda bulunamayacağımız şeylerdir. Çünkü ölçü ve pusula her zaman liderler ile teknolojinin elinde olacak. Ancak genel kural; bundan sonra insanların ömrü her zamankinden daha uzun olsa da dönemlerin ömrünün daha kısa olacağı olabilir.

    Kuşkusuz çok yaşayanlar çok şey görecekler…

    Bu yazı Suud gazetesi Şark’ul AVsat’ta yayımlandı; yazarı Mısırlıdır.