Lübnan için Midhat Paşa aranıyor

    0

    “Uluslararası toplumun güvenini kazanma” ifadesi bugünlerde Lübnan’da son derece popüler.

    Yöneticiler ve hükümet başkanı eğer uluslararası toplumun güvenini kazanamazsa felaket olur diyorlar.

    Söylediklerine bakılırsa her halükarda bu güven kazanılmalı, politikacıların yolsuzluğu, ‘direnişin’ silahları falan bunlar tali şeyler, odaklanılması gereken husus ‘uluslararası güven’ meselesidir. 

    Dolayısıyla uluslararası toplumu ikna etmek için, ‘yolsuzluğu’ ve ‘Direniş silahı’ meselesini farklı göstermek zorundayız.

    Midhat Paşa, geç Osmanlı tarihine merak salan herkes tarafından bilinen bir isimdir. İşte bu meşhur paşa da uluslararası toplumun güvenini kazanmak için hamleler yapmıştı. Söylendiği üzere; “Kadim Yunanlılar her şey hakkında konuşmuştur”, biz de şunu söyleyebiliriz; ‘Dedelerimiz, bugün yaşadığımız her şeyin bir benzerini Osmanlı tarihinin son 150 yılında yaşamıştır.”

    Öyleyse okuyucular, umarız Midhat Paşa’yı anlatırken lafı uzatmamızı mazur görürler. Zira biz şu anda Lübnan’da, uluslararası toplumun güvenini kazanma noktasında kendilerinin kararlı ve tehlikeli rolünü üstlenecek birine acilen ve umutsuzca ihtiyacımız var.

    Osmanlı saltanatının reformcu ve kudretli paşalarından olan Midhat Paşa, kariyerine Bab-ı Ali’de memur olarak başladı. 36 yaşında iken Avrupa’ya bir ziyaret gerçekleştirdi ve altı ayını bu yaşlı kıtada geçirdi. Daha sonra Bağdat valisi oldu ve güçlü idareciliğiyle öne çıktı. Islahatçı kişiliğinin yanı sıra, anayasanın önemi hakkında ilerici görüşleri vardı, sultanın yetkilerinin kısıtlanması gerektiğini ve dinine bakılmaksızın tüm vatandaşların eşit kabul edileceği ademi merkeziyetçi bir sistemin kurulmasını savunuyordu. Babıali ile çıkan anlaşmazlıklar yüzünden istifa ederek İstanbul’da döndü ancak kısa bir süre sonra meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte 1876 yılının sonlarında sadrazamlığa getirildi.

    Kanun-i Esasi’deki etkin rolüne rağmen bu anayasa devlet sisteminde istenen gelişime neden olmadı. Bu noktada gözlemciler, yeni anayasanın batılı güçleri sakinleştirmek ve gerçek reformların yapıldığına ikna etmek için ‘şeklen’ bir tedbir olduğundan şüphelendiler.

    Gerçi Midhat Paşa’nın anayasa çalışmasından önce bazı eylemleri şüpheleri zaten üzerine çekmişti. Sırpların Osmanlı İmparatorluğu’na başkaldırısı 1876 Haziran’ında başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu süreçte bölgedeki en üst düzey yetkili olması hasebiyle, balkan isyanlarını bastırırken gösterdiği sert tutum nedeniyle eleştiri oklarının hedefindeydi. Aynı yılın Kasım ayında, Rusya güney komşusuna karşı savaşa hazırlanıyordu.

    İngiliz Başbakan Benjamin Disraeli, İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesini kabul etmeyeceğini açıkça belirtti. Aylar geçtikten sonra, savaştan kaçınmak için son bir girişim olarak; Rusya ile Sırbistan arasındaki barış koşullarını tartışmak ve Balkan bölgelerini uluslararası güçler tarafından denetlenen reformlarla yeniden organize edilmesi amacıyla İstanbul’da Avrupa güçlerinin katıldığı bir konferans düzenlendi.

    İşte bu konferanstan bir gün önce, Midhat Paşa sadrazam olarak atandı.

    Atamanın zamanlaması ve Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi, daha çok Rusya karşısında Avrupa devletlerinin gönlünü almaya yönelik bir tutum olarak değerlendirildi.

    Böylelikle azınlık hakları konusunda da Avrupa’nın yumuşaması hedefleniyordu.

    Oysa Batı cephesiyle yeni bir ilişki biçimi söz konusu değildi. 19. Yüzyıl aynı sebeplerden ötürü imparatorlukta iki reform hareketine şahit olmuştu. Bunlardan biri 1839 yılında Kavalalı Mehmed Ali Paşa karşısında alınan mağlubiyet dolayısıyla, ikincisi de 1856 yılında Kırım harbi sonrasında Avrupa devletleriyle uygun barış ortamının sağlanması amacıyla yapılan reformlardı.

    Ancak kabul etmeli ki Kanun-i Esasi sadece Batılı güçleri ikna etmek için yapılmış değildi, Midhat Paşa öncesindeki Jön Türklerin fikirlerinden etkilenmişti ve gerçekten modern bir anayasa için ciddi çabalar göstermişti.

    İkinci Abdülhamit’in ise reform konusunda çok istekli olduğu söylenemez, ancak Midhat Paşa’yı Avrupalı sefirlerin konferansından hemen önce sadrazam olarak atamasının diplomatik bir manevra olduğu da ortadadır. Nitekim konferans 20 Ocak 1877’de sona erdiğinde, Midhat Paşa 5 Şubat’ta aşağılayıcı bir şekilde azledildi.

    Ulusal güvenliğe tehdit oluşturduğu suçlamasıyla ülkeyi terk etmesi istendi, bir süre sonra da emeği geçen anayasa iptal edildi. Ancak diplomatik oyun sona ermedi, bir süre sonra Osmanlı tarihinde daha doğrusu İslam tarihinde ilk defa genel seçimler oldu.  

    İlk meclis 19 Mart 1877’de toplandı, ancak durum hiçte parlak değildi. İki tür meclis vardı, bunlardan birisi üyelerini padişahın seçtiği ve görev süresinin hayat boyu olduğu Heyet-i Ayan, diğeri ise üyelerinin halk tarafından seçildiği Heyet-i Mebusan’dı, ancak seçimlere hile karıştığı ayyuka çıktı.

    Vitrin mesabesinde olan bu meclise dahi uzun süre tahammül edilemedi, Bağdat, Kudüs, Erzurum ve Selanik’ten gelen delegeler için eşi görülmemiş bir buluşma yeri haline gelmesi saltanatı tedirgin etti ve aynı yılın Haziran 28’inde feshedildi.

    13 Aralık 1877’de ikinci bir genel seçim olsa da iki oturumun ardından o da aynı akıbete uğradı. Midhat Paşa ise 1883 yılının Nisan ayında sürgünde suikasta uğrayarak öldü.

    Bu yazı Suud gazetesi Şark’ul Avsat’ta yayımlandı