Veysi Dündar AK Parti kurucusu, KHK ile üniversiteden atılan Fatma Bostan Ünsal ile konuştu: “Dindar camia eskiden daha çoğulcu, eleştirel ve demokrattı”

1

Geçtiğimiz hafta başında KHK ve KHKlılarla ilgili 2. raporu dinlerken, KHKlıların yaşadıkları sıkıntılarla ilgili bir söyleşi yapmadığımı fark etmiştim. Sunumu KHK’lı Dr/milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu ve KHK’lı akademisyen Bayram Erzurumluoğlu yapmıştı. 3500 civarı KHK’lıya sorulan sorular üzerinden 997 sayfalık rapor hazırlanmıştı. Sunumdan sonra bu iki isimle oturup uzun uzun sohbet ettik. Yaşanan psikolojik buhranlar, ülke sathına bu durumun kimyasının nasıl yansıdığı konusunda analizler konuşuldu.
Raporu dinleyenler arasında Akp kurucularından KHK’lı akademisyen Fatma Bostan Ünsal da olunca KHK söyleşilerinden ikincisini kendisiyle gerçekleştireyim istedim.
Yaşananlara mercek tutmasını amaçladığım bu söyleşinin, durumun vahametini gözler önüne sermesini ümit ederek, siz değerli okurların tefekkürüne katkı sunmasını bekliyorum.

İyi okumalar dilerim.

Fatma Bostan Ünsal kimdir?

Balıkesir’in kazası Manyas’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı. 2001 yılında Georgetown Üniversitesi, Center for Muslim-Christian Understanding’de misafir araştırmacı olarak, Türkiye ve Amerika’nın laiklik anlayışlarının, tarihsel arka-plan ve yakın dönemli tartışmalı konularının karşılaştırmalı analizini çalıştı. Başkent Kadın Platformu mensubu olarak, BM Istanbul HABİTAT II zirvesine, New York’ta yapılan BM Millenium Forum’a ve BM 2000: Kadın Özel Oturumuna (Pekin+5) ve yine BM’in 1999’da Cape Town’da gerçekleştirdiği Dünya Dinler Parlamentosu 2000’e, Malta’da yapılan Dünya Parlamentosu’na ve Eylül 2001’de Güney Afrika/Durban’da gerçekleştirilen Irkçılık, Irkçı Ayrımcılık, Yabancı Düşmanlığı ve Her Türlü Ayrımcılık Karşıtı Birleşmiş Milletler Konferansı’na AK Parti adına katıldı. Başkent Kadın Platformu’nun 2001 dönemi başkanlığını yürüttü.

Adalet ve Kalkınma Partisi kurucu üyelerindendir.

Muş Alpaslan Üniversitesi öğretim üyeliğinden KHK ile ihraç edildi.

Karşı çıkmak tavrı

Veysi Dündar (VD): Akp kurucularından olsanız da sizi ilk zamanlardan itibaren hep itiraz edebilen, sözü olan bir kadın olarak bildik. Sizi bu farkındalığa iten en temel sebep ne olabilir?

Fatma Bostan Ünsal (FBÜ): Takdir edersiniz ki bu soru, çok şahsi ve uzun psikolojik otobiyografik bilgilerin kullanılmasını gerektiriyor. İlk aklıma gelen ve biraz da toplumsal özelliği nedeniyle sadece benimle ilgili olmayan en açıklayıcı husus “başrötülü olmak” ile ilintilidir diyebilirim. Siyasal Bilimler Fakültesi’ne girdiğimde 1, 2, ve 3. sınıflar vardı ve ben tek başörtülüydüm, zaten o dönemde üniversite öğrencieri için başörtüsü takmak çok idealist ve bir türlü Türkçe’de tek bir kelime ile tam karşılığını bulamadığım İngilizce tabirle “non-konformist” (kalabalığa uymama) bir hareketti. Başörtüsünden hoşlanmadığını bir şekilde belli eden hatta yasaklama taraftarı olan ve bazen cumhurbaşkanları ve üst düzey askerler gibi ülkenin en güçlü şahıslarına karşı sadece varlıklarıyla bile sadece kendileri olarak güçlü bir itirazda bulunma anlamına geliyordu başörtülü olmamız. Bu nedenle, kendi doğrularını en güçlü insanlara karşı hiç bir ilave çaba gerektirmeden neredeyse doğal bir durum olarak gösterebilme alışkanlığını yirmi-otuz yıldır kazanmış biri olarak aklıma yatmayan hususlarda itirazda bulunmam daha kolay olmuştur diye düşünüyorum.

VD: İktidar savaş tezkeresi çıkarmak için uğraşırken sizin Irak Savaşı sırasında Bağdat’a kadar canlı kalkan olarak yollara düştüğünüzü hatırlıyorum. Aradan yıllar geçti. Yine aynı iktidar döneminde yaşanan adalet ve hukuk arayışlarında, insan hakları alanında, KHK’lıların mücadelesinde önde görüyoruz. İnsan hakları ve adalet arayışında dindar profillerin eksikliğini hissediyoruz. Bunun sebebi nedir?

FBÜ: Evet, ben de çok şaşkınım, uygulamaların ne kadar zalimce ve geri kalan toplumun aslında hoşlanmadığı bu zulümlere güçlü şekilde karşı çıkamadığını, hatta bazen bu zulümleri çeşitli şekillerde savunduğunu birinci elden tecrübe etmiş bir grup olarak iktidarın yaptıklarına karşı bağımsız, eleştirel ve vicdanlı bir tavrın gösterilmesinin gittikçe azaldığını görüyorum. AK Parti iktidarının ilk yıllarında dindar camia daha çoğulcu, eleştirel ve demokrattı diye düşünüyorum. Mesela sizin de hatırlattığınız gibi Amerika’nın Irak’a müdahalesi sırasında ben canlı kalkan olma kararını verdiğimde bizim camia büyük eleştiri getirmemiş, hatta pek çoğu desteklemişti. Çok iyi hatırlıyorum canlı kalkan konvoyunun Türkiye’den geçerek Suriye üzerinden Irak’a gitmesi hac zamanına denk geldiği için kendisi de hacca gidecek bir arkadaşım vedalaşmak için gelmiş ve ikimizin yolculuğunun benzer olduğunu ifade etmiş ve bana yolluk bile  getirmişti.  

Gezi olayları ve özellikle 2015 sonrasında AK Parti gittikçe artan oranda kendi tabanına dayanma pratiği geliştirdi ve camia da kendisinden beklenenleri yapanların çeşitli şekillerde ödüllendirildikleri, bağımsız ve eleştirel tutum takınanların ise bırakın ödüllenirilmeyi çeşitli şekillerde cezalandırıldığını gördü. En son Furkan Vakfı’nın başına gelenler ve Ensar Vakfı-Furkan Vakfı kıyaslaması ödül ve cezanın ne boyutta olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Ödül ve cezanın büyüklüğü bağımsız ve eleştirel tutum takınmayı zorlaştırmaktadır tabii ki.

Türkiye’de basın çok dengesiz bir şekilde (%90’a %10) ve neredeyse ideolojik veya yaşam tarzı farklılığı nedeniyle iki zıt kutba ayrılmıştır. Hatırlarsanız, daha önce Hürriyet’in sahibi olan Aydın Doğan Vatan’ı almak istediğinde basında tekel oluşturacağı için satışı engellenmişti. Geçen yıl ise Milliyet ve Vatan’ın sahibi Demiören’in Hürriyet ve CNN Türk’ü alması bırakın engellenmeyi  kredi verilerek teşvik edilmiştir. Bu ortamda insanlar güvenebilecekleri, nispeten tarafsız haber ve yorum akışından mahrum bırakılmaktadır, böyle bir bilgi ve yorum akışı olmadığı ortamda iktidarın beklediği, öngördüğü sonuç ortaya çıkmaktadır. İktidarın şikayet ettiği bir husus olan algı operasyonu yapmak için son derece uygun bir zemin vardır. Nitekim ideolojik olmayan bir konu olan ekonomik krizden bile zavallı soğan, patates tüccarları ve marketler sorumlu tutuluvermiştir. Toplumda neler olup bittiğine yönelik olarak güvenilir kaynaklardan haber almanın önemini, özgür basının demokrasinin işleyebilmesi için ne kadar önemli olduğunu yaşayarak görmemizi sağlamıştır.

Türkiye’nin siyasal gelişmelerinin etkisiyle muhafazakarların diğer toplumlardaki mesela ABD’deki muhafazakarlardan farklı olarak “devlet”e eleştirel yaklaşmaması, “devlet baba” tanımlamasının gösterdiği gibi adeta kutsanması gibi sebepler de tabii dindar-muhafazakar camianın iktidara karşı eleştirel olmasını zorlaştırmaktadır. Taziye ziyaretlerinde söylenen “başın sağolsun” ifadesinin gösterdiği gibi asıl önemli olan politik bütünlüğün korunması olduğu, bunun sürekli olarak hatırlatıldığı bir ortam ile devleti “elzem kötülük” olarak gören Anglo-Sakson toplumunun iktidara karşı  eleştirel tutum takınması farklı olaraktır.

O günlerden bugünlere…

VD: Geçmişte “başörtülü aday yoksa, oy da yok” diye bir kampanya başlatılmıştı. Siz de içindeydiniz. O günden bugüne katedilen mesafe var. Şu anda başörtülü vekiller var. Ama bugün geldiğimiz noktada başörtülü kadınlar arasında tersine bir akım başladı. Başörtüsünü çıkaranlar var. Bu tepkiyi neye bağlıyorsunuz?

FBÜ: Evet, ben de sözünü ettiğiniz kampanyanın içindeydim. Ne yazık ki o kampanya başörtülü aday göstermeyen iktidar tarafından büyük tehdit olarak algılanmış, hatta bazı iktidar destekçisi yazarlar tarafından “Ergenekon operasyonu” olmakla suçlanmıştı. Ben o dönemde Meclis’te başörtüsü yasağının hukuki temeli olmadığını, fiili bir yasak olduğunu ileri sürüyordum. Nitekim 2011 seçimlerinde, Meclis’te temsil edilen AK Parti dahil hiçbir parti başörtülü aday göstermemesine rağmen 2013 yılında hacca gitmiş olan kadın milletvekilleri başlarını örterek Meclis’e geldiğinde fiili olan bu yasak başka bir fiil ile kalkmış oldu.  

Uzun başörtüsü yasakları sırasında biz, başörtüsünün kadınların seçimi olduğunu ve buna saygı gösterilmesi gerektiğini söylüyorduk. İşte şimdi tam bu söylediklerimizi hatırlama zamanı. Başörtüsünü çıkarmayı seçen kadınların da bunu kendi seçimleri ile yaptıklarını kabul etmek gerekir. Yani kendi özgür iradesi ile başörtüsü takabilmesi iddiası ancak özgür iradesi ile hiç başörtüsü takmayabileceği veya daha önce takmışken bunu takmaktan vazgeçebileceğini kabul etmek ile ancak tutarlı olur kanaatindeyim. O yüzden bu hareketi proje gibi görmeyi, başörtüsü örtmek için Arabistan veya İran’dan para almaya bağlayan zihin yapısına çok yakın görüyorum.

Üniversitelerde 1980’lerde başörtüsü takmak sıradan olmayan bir tutum, öyle veya böyle bir seçimdi. Başörtüsünün yasaklanması ile başörtülü olmak çok başat bir kimlik haline geldi. Biliyorsunuz insanın çeşitli kimlikleri olur, hangisi yasaklanırsa o en başat olur. Başörtüsü yasakları nedeniyle üniversite eğitimini yarıda bırakan, işlerinden atılan bu kadınların, şimdi, tam bu engeller kalkmışken, başörtülerini çıkaranları anlamakta zorluk çekmelerini anlayabiliyorum, ama hiç kulak vermemeyi, hatta arkasında başka güçleri aramayı anlayamam. Paylaşımlarından anladığım kadarıyla, çok azının zorla çoğunun sosyal ortamları nedeniyle kendilerinden böyle olmalarının beklendiği bir ortamda başlarını örttüklerini öğrendiğimiz bu kadınların çok farklı sebeplerle başörtüsünü çıkardıklarını görüyoruz. Artık bir seçim olmayan ve yasakların kalkmasıyla da başat kimlik olmaktan çıkmış başörtüsünün aşırı anlama sahip olması, başörtüsünün onu takan kadının pek çok kişilik özelliklerinin, yeteneklerinin fark edilmesinin engellemesine, politik açıdan daha ağzını açmadan belirli bir grup/partiye mensup olduğunun düşünülmesine itiraz olarak başörtüsünü çıkardıklarını öğreniyoruz. En son Deniz Çakır örneğinde görüldüğü gibi, daha olay net bir şekilde bilinmeden ve en kötü ihtimal ile iki eşit insan arasında başörtüsü ile ilgili bir ağız dalaşı siyasi gündemin ana tartışma konusu haline getirilerek siyasilerce kullanılması ve bu siyasi görüşe muhalefet eden kesimlerin başörtülülere olumsuz yaklaşma ihtimalini doğurması, başörtüsünü takmaktan vazgeçilmek sosyal açıdan semboller savaşının tam ortasında kalmaktan bunalan bir kadın grubunun bir tepkisi olarak da anlaşılabilir diyorum.

Beklenmeden gelen ihraç kararı

VD: Hafta başında KHK raporunu beraber dinledik. Akp kurucusu bir başörtülü kadın akademisyen olarak siz de bir KHK mağdurusunuz. Muş Alpaslan Üniversitesindeki görevinizden uzaklaştırıldınız. Böyle bir kararı bekliyor muydunuz?

FBÜ: Böyle bir kararı hiç beklemiyorum tabii. Olağanüstü Hal üç ay için ilk ilan edildiğinde bu üç ayı bile doldurmadan OHAL’in kalkacağı ve çok sayıda açığa alınmanın çok saçma olduğu bizzat şahsım örnek verilerek ifade edildiği için şaşırdım. Fakat şimdi düşünüyorum da darbe teşebbüsünün hemen ardından yaşanan gözaltılar, bazı okulların kapatılması, oradaki öğretmenlerin diplomalarının iptal edilmesi gibi aşırı uygulamalar aslında buna hazırlıklı olmamızı gerektirirdi. Bir de bu KHK ile ihraçlara benzeyen ve aslında daha hafif sonuçlar doğuran 12 Eylül dönemi 1402’liklerin Danıştay tarafından bu dönem zarfında ödenmeyen maaşları da ödenerek göreve iade edilmeleri, sağduyulu olmasını beklediğimiz yöneticilerin dikkate alacağı bir husustur diye de düşündüğüm için şaşırdım ve hala da şaşırıyorum, adaletsizlik ve merhametsizliğin bu boyuta gelmesine. Masumiyet karinesi, suçun kanuniliği, ve şahsiliği, geriye yürümezliği gibi hukuk devletinin bütün ilkelerine ters olan ve bizzat yöneticiler eliyle Türkiye’yi daha cahil, fakir, hasta eden bir uygulamanın nasıl yapıldığına hala şaşırıyorum.
Bu günlerde tersine beyin göçü için canhıraş çalışmalar yapıldığını, yurt dışındaki bilim insanlarını Türkiye’ye çekmek için yüksek maaşlar verildiğini duyuyoruz. Türkiye’nin üniversite ortalaması %17 iken KHK ile işinden atılanların %92 olması ve Türkiye ortalamasının çok üzerinde bilgili bu insanların eğitim ve üretimden geri çekilmesinin Türkiye’yi ne hale getirdiğini ekonomik krizin her gün ağırlaşan yüzüyle hepimiz karşılaşıyoruz. Keza işinden atılan ve yarısının hiç iş bulamadığı diğer yarısının da aldıkları eğitim ve uzmanlıklarından farklı, vasıfsız işlerde çok cüzi ücretle çalışabilecek iş bulmaları nedeni ile Türkiye fakirleşmiştir. Sosyal izolasyon ve ekonomik sıkıntı yaşayan bu insanların yarısının depresyon tedavisine başvurdukları, ölümü temenni ettikleri ve çok yüksek oranda intiharı düşündüklerini de biliyoruz. Neredeyse bir milyon insanı doğrudan etkileyen bizim “sivil ölüm” dediğimiz bu durumun bütün toplumu olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır. Bu yüzden en azından rasyonel olduklarını düşündüğüm yöneticilerin bu durumu devam ettirmelerine şaşırıyorum.

VD: KHK’larda hiç bir terör örgütü ismi belirtilmeden sadece örgüt iltisakı (evrensel hukuk normlarında bu kavram yok) gerekçesiyle binlerce kişinin sosyal ölüme terk edilmesinin sizdeki psikolojik, sosyolojik ve ekonomik karşılığı nedir?

FBÜ: Öncelikle hemen hemen aynı temelsi iddialar nedeniyle gözaltına alınan ve haklarında daha iddianame hazırlanmadan uzun süre tutuklu kalan; hamile ve bebeklilerin tutuklu yargılanması açık şekilde kanuna aykırı olduğu halde doğumhane kapılarından bebeğiyle veya bazen bebeğini hapishane şartlarına mahkum etmemek için ondan ayrılmak zorunda kalan kardeşlerimizin olduğu ortamda KHK ile işimden atılmanın sonuçları hakkında konuşmaktan utanırım. Ancak bu hususu belirttikten sonra KHK ile atılmanın ne demek olduğunu anlatabilirim.
Ben Türkiye’nin iyi okullarını bitirdim, İstanbul Üniversitesi’ni dereceyle bitirmiş, sonrasında Boğaziçi Üniversitesi’ne Yüksek Lisans yapmıştım, ama başörtülü olduğum için meslek hayatıma 48 yaşında Muş Alparslan Üniversitesi’nde yaşıtlarımın kariyerinin çok gerisinde, öğretim görevlisi olarak başladım. Çok büyük bir şevkle arayı kapamaya çalıştığım, yeniden bilimsel çalışmaya başladığım bir zamanda başladığım yerin gerisine düştüm, çünkü eskiden hiç olmazsa yurt dışında eğitimimi devam ettirmek veya çeşitli programlara katılmak, hatta yurt içinde üniversitelerin sempozyum ve konferanslarına katılmak hakkımız oluyordu. KHK ile atıldıktan sonra pasaportlarımız da iptal edildiği için hiçbir konferans veya eğitim programına katılamadık, keza üniversitelerin tertiplediği programlara tebliğlerimiz de kabul edilmediği için yine çok büyük bir ara vermek zorunda kaldım.
Başörtüsü yasakları sırasında hissettiğim kendi potansiyelini harekete geçirememe durumuna geri dönmüştüm, ekonomik olarak hayatımın öğrencilik dönemi dahil yoksunluk hisseden bir yapıda olmadığım ve eşimin geliri de iyi olduğu için ekonomik sıkıntı çekmedim.
Sosyal çevre olarak eleştirel bir çevre içinde olmam ve çeşitli mecralarda görüşlerimi ifade ediyor olmam her ne kadar karşılaştığım bu “sosyal ölüm”ü rahat kaldırmama ol açsa da bazı arkadaşlarım ve hatta akrabalarımın bu duruma gereken dozda karşı olmamalarına, yapılan adaletsizliğe öfke duymamalarına kırgın olduğumu söyleyebilirim. Bana göre bu durum insan eliyle olan bir felakete benzer sonuçlar doğurur ve insan eliyle olduğu için yıkıcılığı daha fazladır. Düşünün deprem, sel gibi bir felakete uğramışsınız, fakat arkadaşınız veya akrabanız hiç umursamamış, umurunda bile olmamış, “suçsuzsan aklanırsın”, “kurunun yanında yaş da yanar” gibi yapılanı onaylayan tarzda ifadeleri düşüncesizce sarf ettiklerinin farkında bile olmamalarının yarattığı hayal kırıklığı, Shakespeare’in 66. Sone’sini hatırlatıyor bana sürekli: ”Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni, …… değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, ..değil mi ki ayaklar altında insan onuru, değil mi ki, çılgınlık sahip çıkmış düzene, … Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın….. Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e… “

Dayanışma, ama nasıl?

VD: KHK’lı olarak kısa vadede değil ama orta ve uzun vadede neler olabileceğini değerlendiriyorsunuz? Umutlu musunuz? Varsa bu umudunuzun temel motivasyonu nedir?

FBÜ: Tabii umutluyum. Bir kere hukukun temel ilkelerine ters olarak bu işlem yapıldı, hiçbir yargı kararı olmadan en büyük cezalardan biri verildi, hatta bazen beraat alanlar bile işlerine iade edilmedi. Nitekim OHAL İşlemlerine İtiraz Komisyonu’nun red verdiği bir karar idari mahkeme tarafından yakın zamanda iptal edildi. Aslında iş yargıya intikal ettiğinde olacak olan budur, KHK ile ihraç edilmediği için yargıya akseden pek çok olayda yargı bu şekilde karar vermiştir zaten.
Ayrıca 12 Eylül darbesi sırasında biraz daha hafif sonuçlar doğuran benzer 1402’likler görevlerine döndüler Danıştay kararı ile 1987’de. Aradan otuz seneden fazla süre geçtikten sonra, kararlarını kabul ettiğimiz, içinde yargıcımızın olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve üyesi olmak istediğimizi söylediğimiz Avrupa Birliği’nin gittikçe hassaslaşan adalet terazisini hesaba kattığımızda tabii sonuç bu olacaktır.
Umudumun temel motivasyonu, haklı olmak, haklı olduğumu bilmekten geliyor.

VD: Normalde en küçük ortak gerçekliğe sahip gruplardan başlayan ve daha geniş kitlelerde görülen dayanışma, KHK’lılar için maalesef söz konusu olamamaktadır. Son zamanlarda ufak emareleri görülen bu dayanışma yoksunluğunun temel nedeni ne olabilir?

FBÜ: Hiç birbirini tanımayan daha önce hiçbir iş veya bir etkinlikte buluşmamış çok sayıda insan “terör” gibi bir suç isnad edilerek cezalandırıldı. Bazı insanlar uzun süre utancından dışarı çıkamadı, durumunu kimseye anlatmadı, sosyal çevresinden ilave olumsuz tepki almamak için… Ayrıca Halime Gülsü örneğinde olduğu gibi, bazı destek olmak isteyenlerin de hapisle cezalandırılması da dayanışma ve bir araya gelmeyi zorlaştırmıştır. Türkiye’de güven endeksinin çok düşük olmasını da hesaba kattığımızda (İsveç’te birbirine güven duyanların oranı %65 iken bizde %5) birbirini tanımayan, ortak iş daha önce hiç yapmamış insanların üstelik ayrıca cezalandırılma ihtimali varken bir araya gelmelerini bekleyemeyiz. Var olan dayanışma örneklerine baktığımıza gördüğümüz kadarıyla daha ziyade sol diskura sahip çevre ve sendikalar etrafında olduğunu görüyoruz. 28 Şubat sürecinde Başkent Kadın Platformu başörtüsü yasağı ile mücadele etmişti ama o zaman zaten birbirlerini tanıyan, ortak görüşe sahip ve en önemlisi de bir araya gelmenin  ilave cezalandırılma gerekçesi olmayacağının düşünüldüğü bir ortamda bir araya gelmek, lobi yapmak, çeşitli şekillerde dayanışmak daha kolaydı diye düşünüyorum.
Bu yüzden ortak söz üretmek ve dolaşıma sokmak, taraftar toplamak önemlidir diye düşünüyorum. KHK’lardan etkilenen bir milyon sayıca az olmasa da aslında tüm toplum güvensiz ve diken üstündedir. AK Partililer de dahil son derece öngörülemez, belirsiz bir ortamda olmanın sıkıntısı yaşanıyor. Bütün memurların, KHK’lar yayınlandığı zaman kendi isimleri var mı diye KHK’lara bakması, çok partili siyasi hayata geçtikten sonra ilk kez olan ve AK Partililer de dahil seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması herkesi hukuk teminatından mahrum bırakmıştır. Bu nedenle topluma vereceğimiz ortak mesaja yönelik destek pek çok seyi değiştirecektir. Referandum öncesinde renkli cam filmi yasağına yönelik toplumun itirazına siyasi irade kayıtsız kalamamıştı. Beraat ettiği halde göreve iade olmamak, haklarına takipsizlik verilmiş veya hiç dava dahi açılmamışların göreve iade edilmeleri yönündeki ifadeler sıradan insanı ikna edebilecektir.
Tabii çeşitli meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler de daha kolay mobilizasyonu sağlayacak potansiyel iletişim kanallarıdır. Ayrıca bir araya gelmeyi ve güven oluşturmayı sağlayacak zeminlerdir.

VD: “Siz geçmişe dönseniz neler yapmazdınız?” şeklinde bir soru sormak istiyorum.

FBÜ: Bilmem, hiç düşünmedim.

Ülkeyi terk etmek

VD: “Fırsatınız olsa legal yollarla başka bir ülkeye gitmek ister misiniz? Yurt dışına çıkıp orada çalışmak ya da orada hayatınızı devam ettirmek…?”

FBÜ: Başka bir ülkede okumak, çalışmak olabilir ama hicret etmeyi düşünmem. Ama pek çok KHK’lının hiçbir şeyi umursamadan, arkasına bakmadan hicret etmek istediğiniebirinci elden şahit oldum. Yine haberlerden öğrendiğimize göre son derece güvensiz şartlarda çocukları ile beraber hicret etmeye çalıştıklarını ve bazılarının masum çocuklarıyla beraber hayatlarını kaybettiklerini üzüntüyle öğrendik.

VD: KHK’lar ve KHKlılar ülke genelinde sosyal hayatı nasıl etkiledi sizce?

FBÜ: KHK’lar Türkiye’de hukuk sistemini alt üst etmiştir; anayasa değişikliği gerektiren hususlar bir kanun ile bile değil Bakanlar Kurulu kararı ile değiştirilmiştir. Milletvekili dokunulmazlığı gibi anayasal haklar bir KHK ile kaldırılmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kendini bir nevi fesh eden içtihadı ile Meclis ve yargı denetiminden azade bir yürütmenin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmıştır.
İdarenin mali, idari ve cezai sorumluluğunu kaldıran KHK ile idarenin şeffaf ve hesap verebilir olması engellenmiştir.
KHK ile yüz binlerce yetişmiş insanı, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde olduğu gibi, dört meslektaşını öldürdükten sonra dengesiz olduğu açıklanan ama attığı iftiralarla yüz civarında meslektaşını işten attırdığını öğrendiğimiz üzere bazen dengesiz bir insanın şikayet ve iftirası ile hiçbir başvuru mercii olmadan eğitim, çalışma hayatından attığınızda bunun bumerang etkisini Türkiye daha cahil, fakir ve hasta olarak yaşamaktadır.

Fatma Ünsal’ın Saadet Partisi Adıyaman belediye başkan adayı eşi Ahmet Faruk Ünsal..

1 Yorum

  1. Bizim Doğuda bir laf vardır “ASLI HUUÜ, NESLİ HUUU.”

    Fatma Bostanın mesleki Başarılarını okuyunca! Kendi kendimize! Şu soruyu “biz nerde yalnış yaptık?” Diye soracak olursak, hıç düşünmeden, şu cevabı verebıliriz.
    Yalancı, kıskanc ve aşağılık kompileksi olanlara inanip, kompileksli olduklarınıde anlayamadığimizdan dolayı hem hata ve hemde yalnış yaptık.

    Bu raportaji okuduktan sonra Türkiyeyi neden tek sesli yapmak istediklerini daha iyi anladım.
    Dişarda önemli görevlerde bulunmuş tecrübeli ve ehliyetli insanları pasifize edin arkasından hayatları Türkiyeyi şikayet edip, televiziyon televizyon dolaşarak kötuleleyenleri çoluk çocuklarini devletin tepe noktalarına yerleştirerek, galiba kompilekslerinden kurtarmak istiyorla

    Fatma Bostan’ın hikayesini okuyunca! Kedi ve Ciğer meselesini hatirladım.

    Beyenilmemiş isten Atılmiş…!!!

YORUM YAZ

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz